Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın istikbale ait verdiği haberler, geçmişe dair olan beyanlarından daha farklı ve daha düşündürücüdür. Çünkü bir hâdisenin zuhurundan önce haber verilmesi, insanın idrak ufkunu aşan bir iştir. Evet, ortada herhangi bir emare yok iken, gelecekte zuhur edecek bir hâdisenin, meydana gelmeden önce haber verilmesi, hem büyük bir iddia hem de büyük bir meydan okumadır. Bu açıdan da Kur'ân-ı Kerim, bir mânâda bu kabîl mucizevî ihbârâtıyla hem o günkü inkârcılara hem de daha sonraki dönemlerin araştırmacılarına meydan okumaktadır. İsterseniz şimdi de bu konuyla alâkalı bir-iki misal arz etmeye çalışalım:

"Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete iletmez. (Sana karşı onlara fırsat vermez)"[1]

Bu ilâhî beyan, Allah Resûlü'ne insanların eliyle bir zarar verilemeyeceği hakikatini gaybî bir surette haber vermektedir. Efendimiz, bütün insanlığı kuşatan evrensel bir dava ile ortaya çıkmıştı. Elbette böylesine büyük bir dava, bir kısım münkir ve müşrikler tarafından tepki ile karşılanacaktı, karşılandı da. Evet, pek çok münkir ve müşrik, bu mukaddes davanın karşısına dikilip, onun gelişip yayılmasına fırsat vermeme kararında idiler. Nitekim İslâm, Mekke toplumu içinde intişar etmeye başlayınca, Mekke müşrikleri her türlü mücadele yolunu deneyerek İslâm'ı ve Müslümanları âdeta abluka altına aldılar. Muvaffak olamayacaklarını anlayınca da, doğrudan dava sahibi olan Nebiler Serveri'ni ortadan kaldırmaya karar verdiler.

Ancak Allah (celle celâluhu), onların bu gizli planlarını Resûlü'ne bildirerek, yukarıda zikredilen âyet-i kerime ile her ne suretle olursa olsun O'nu koruyacağını ve müşriklerin O'na herhangi bir şekilde zarar veremeyeceklerini haber verdi. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu'nun davası, bütün insanlığın ebedî felâh ve saadetiyle alâkalı davalarüstü bir davaydı. Bu davanın temsilcisi ise, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. Beşer, ancak O'nun rehberliğinde arzu ettiği saadete kavuşabilecekti ki, O'nun hayatına hâtime çekildiğinde her şeyin yeniden bir kere daha karanlıklara gömülmesi mukadderdi.

İşte, mevcudiyetiyle kâinatın mevcudiyeti arasında böylesine bir irtibat bulunan Zât'ın hayatı, bu âyetin bişareti çerçevesinde bizzat Cenâb-ı Hak tarafından teminat altına alınıyordu. O Hidayet Güneşi, sokak sokak, ev ev dolaşacak ve insanları hidayete, aydınlığa davet edecekti. Bu da, O'nun her zaman tehlikeye maruz kalması demekti. Zaten yer yer O'nun mübarek yüzüne tükürenler, başına taş-toprak saçanlar da eksik değildi. Ayrıca, bir yerde O'nu tek başına istirahat hâlinde görseler, hemen etrafını kuşatarak öldürmeye yelteniyor ve O'na karşı hep komplo peşinde koşuyorlardı.

Bilhassa Bedir, Uhud ve Hendek gibi vak'alarda açıktan açığa O'nun hayatına kastederek O'nu ortadan kaldırmak istemişlerdi. O ise, bütün bunlar karşısında Rabbisine karşı öylesine ciddî bir emniyet ve derin bir itimat içinde idi ki, kâfirler O'nun bu insanüstü tevekkül ve cesareti karşısında hep hayrete düşüyorlardı. Çünkü O biliyordu ki, Allah, "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu emellerine ulaştırmaz."[2] buyurarak, O'nu koruma altına almıştı.

Evet, Efendimiz'i, bir güneş gibi insanlığı aydınlatmak için gönderen Allah, düşmanlarının ellerinden ve onların kötü emellerinden O'nu korumuş ve O'nun için kurulan tuzakları her zaman boşa çıkarmıştı.

Aslında, "Hatırla ki, kâfirler seni tutup derdest etmek, öldürmek, yahut seni (yurdundan) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken, Allah da (onların) tuzaklarını hep boşa çıkarıyordu. Evet Allah tuzak kuranların (tuzaklarını onların boynuna dolayanların) en hayırlısıdır."[3] Keza; Kur'ân-ı Kerim'deki, "Onlar bir (kısım) tuzak(lar) kuruyorlar; Biz de onları başlarına dolayarak mukabelede bulunuyoruz."[4] âyetleri de bu istikamette nazil olmuş değişik bişaret soluklarıydı.

Ayrıca, "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, (sana kötülük yapma konusunda) kâfirlere yol vermez."[5] âyeti çerçevesinde, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat Cenâb-ı Hak tarafından muhafaza edilmesiyle alâkalı açık-kapalı âyetlerin yanında, hadis kaynaklarımızda, henüz yukarıda zikredilen âyet-i kerime nazil olmadığı bir dönemde cereyan eden şöyle bir hâdise nakledilmektedir:

Medine'ye hicretin 2. senesiydi. Allah Resûlü bir gece sabaha kadar ciddî bir heyecan içinde hiç uyuyamamıştı.. sürekli sağa dönüyor, sola dönüyor ve bir türlü kendisini uyku tutmuyordu. Hz. Aişe Validemiz o geceyi şöyle anlatır: O'na, "Yâ Resûlallah! Çok heyecanlanıyorsun!" dedim. Bunun üzerine Efendimiz, "Keşke salih bir insan olsaydı da beni korusaydı, ben de biraz uyusaydım!" buyurdular. Zira hemen her zaman Medine gayr-i müslimleri, kendisine değişik tuzaklar kurma azmindeydiler. Efendimiz sözünü henüz bitirmemişti ki, bir kılıç şakırtısı duyuldu. Nebiler Serveri, "Kim o?" diye seslendi. Gelen kişi, "Ben Sa'd İbn Ebî Vakkas yâ Resûlallah" dedi. Allah Resûlü'nün, "Ne arıyorsun burada?" sorusu üzerine de Sa'd: "Sana bir kötülük yapabileceklerini düşündüm ve sabaha kadar perdedarın olayım diye geldim."[6] deyiverdi.

Belli bir süre sonra "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan (gelecek şerlerden) koruyacaktır. Doğrusu Allah, bu konuda kâfirler topluluğuna yol vermez."[7] âyeti nazil olunca, o ashabını toplayarak onlara şöyle buyurdu: "Ey cemaat! Ayrılın artık. Allah bundan sonra beni koruyacaktır. Sizin beklemenize gerek kalmadı."[8] buyurdu. Dediği gibi de oldu; Allah Resûlü bu ilâhî koruma ve teminat altında, rahat yatağında Allah'a yürüdü de kimsenin O'na kötülük yapmasına fırsat verilmedi.

İşte Kur'ân, yaklaşık vefatından on sene önce, gaybî bir tarzda böyle bir haber vererek, Hz. Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir menhus elin dokunamayacağını ilan etmişti.. ve Efendimiz, bundan sonra yüzlerce badireyle karşılaşmış, nice savaşlara iştirak etmiş, muharebe meydanlarında ölümle burun buruna gelmişti ama bu ilâhî koruma kendini her yerde gösterivermişti..

Meselâ, bir keresinde Efendimiz, bir ağacın altında istirahat etmekte iken, Gavres isminde bir kâfir, O'nun uykuda bulunuşunu fırsat bilerek, ağacın dalında asılı olan kılıcını alıp müstehzi bir tavır ile "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" demişti; buna karşılık Allah Resûlü fevkalâde bir temkin içinde ve Rabbinden emin bir şekilde "Allah!" diye haykırmıştı ki, O'nun bu gürleyişi kâfirin âdeta ödünü koparmış ve kılıç elinden düşerek olduğu yerde kalakalmıştı. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline almış ve "Ya şimdi seni kim kurtaracak?" deyivermişti. Adam, sıtmalı bir insan gibi titreme içinde idi ki, Allah Resûlü'nün sesini duyanlar oraya geldiler ve gördükleri manzara karşısında hayrete düştüler. Daha sonra olup bitenleri öğrenince de, Allah'a karşı iman ve itimatları bir kat daha arttı. Gavres de, Hz. Emin'e güven sözü verdi ve oradan ayrıldı.[9]

Keza, Huneyn muharebesinin başında İslâm ordusunda bir dağılma baş göstermişti. Öyle ki, bütün sahabe âdeta bir çözülme yaşıyordu. Neticenin yenilgi ve mağlubiyet olduğu hemen herkesçe bir kanaat hâline gelmişti. Şöyle ki, savaşın çok şiddetlendiği bu hengâmede, sahabeden ensar ve muhacirîn gençleri, ok atmada mahir olan müşrik Hevâzin ve Benî Nasr'ın okçuları karşısında fazla dayanamamışlardı. Derken, baştaki ikbal birdenbire âdeta idbara dönmüştü. Herkes geriye çekiliyordu. Etrafı düşmanla sarılı olan bir insan vardı, O da Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi.

İşte tam bu esnada beklenmedik bir hâdise olmuş ve Nebiler Serveri Hz. Abbas'ın tutmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atılarak, o gür ve mehabet dolu sesiyle şöyle haykırmıştı: "Ben Allah'ın resûlüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalip'in torunuyum, bunda da yalan yok!"[10] Allah Resûlü'nün –hâşâ– düşmandan kaçması söz konusu değildi. O'nun ceddi Abdulmuttalip de Ebrehe karşısında kaçmamış ve ciddî bir metanet göstermişti. Allah Resûlü'nde ise öyle bir metanet, mehabet ve cesaret vardı ki, yanına gelenler, O'nun manyetik alanına girince âdeta büyülenirlerdi. Hatta ona sığınanlar da kendilerini güvende hissederlerdi. Evet, onlar "En emniyetli yer O'nun arkasıdır." deyip onun yanında toparlanırlardı; zira Allah (celle celâluhu), "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, (sana karşı) kâfirler topluluğuna yol vermez."[11] ferman-ı kudsîsiyle O'nu hep görüp gözetiyordu.

Nitekim Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) damadı Hz. Ali gibi bir haydar-ı kerrar ve şah-ı merdân bir gün şöyle diyecektir: "Biz savaşta sıkıştığımız zaman cesaret almak için Resûl-i Ekrem'in arkasında toplanırdık."[12] İşte böyle bir toparlanma, Huneyn'in en kritik anında İslâm ordusunun zaferiyle sonuçlanmaya vesile olmuş ve neticede bu mâkus tâli' yenilerek idbar yeniden ikbale dönmüştür.

Buraya kadar zikredilen misallerden de anlaşıldığına göre, Kur'ân, hicretin ikinci yılında nazil olan "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete iletmez."[13] âyetiyle tam on sene önceden gaybî olarak Efendimiz'in masuniyetine ait bir vak'ayı dile getirerek, geçen bu süre zarfındaki hâdiseler de onun verdiği bu gaybî ihbarın doğruluğunu tasdik etmiştir. Öyle ki, hiçbir himayenin olmadığı ve düşmanların da her yanı çepeçevre sardığı bir dönemde Kur'ân'ın verdiği bu haber doğru çıkmış ve Nebiler Serveri kendi yatağında emniyet içinde ruhunu Allah'a teslim etmiştir.

Konuyla alâkalı farklı bir örnek daha vermek istiyorum: Kamer sûresindeki, "O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."[14] âyetiyle, Müslümanların gelecekte düşmanlarına karşı galip geleceği ve müşriklerin hezimete uğrayacağı gaybî olarak haber verilmiştir. Bu âyetler, Buhârî'nin rivayetinde geçtiği üzere, Hz. Âişe Validemiz'e göre Mekke'de nazil olmuştu.[15] Aslında Müslümanlar o dönemde fevkalâde zayıftı. O kadar ki, onlar bölük bölük Mekke'yi terk edip Habeşistan'a hicret ediyorlardı. Efendimiz de Mekke'de vefa görmeyince, davasına bir dayanak bulabilmek için Taif'e gidiyor; Taiflilerden de umduğu hüsnükabulü göremiyor, hüsnükabul görmek bir yana, onlar tarafından taşlanıyor ve çeşitli hakaretlere; saygısızlıklara maruz kalıyordu. Daha sonraları ise O ve etrafındaki Müslümanlar, Mekke'deki atmosferin yaşanmaz hâle gelmesi karşısında kendilerine kucak açan Medinelilerin davetlerine icabet ederek Medine'ye hicret ediyorlardı.

İşte Müslümanların böyle zayıf, buna karşılık kâfirlerin her yönüyle güçlü ve azgın oldukları bir dönemde, "O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."[16] âyeti nazil oluyor ve Efendimize, kâfirlerin pek yakın bir zamanda, hezimete uğrayarak, ökçeleri üzerine dönüp kaçacaklarını müjdeliyordu.

Oysaki mü'minlerle kâfirler arasında asla bir güç dengesinin olmadığı, kâfirlerin her geçen gün baskılarını daha da artırdıkları o günlerde bu meseleyi kabul etmek oldukça zordu. O gün için böyle bir neticeye kat'iyen ihtimal verilemezdi. Hz. Ömer gibi bir şecaat âbidesi dahi, bu âyet-i kerime nazil olduğunda "Hangi cemaat hezimete uğrayacak, hangi cemaat mağlup olacak!"[17] diyerek hayretini ifade etmişti. Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) bu ifadesi, âyetle müjdelenmiş olmasına rağmen, bu müjdenin gerçekleşmesinin zorluğunu ifade bakımından oldukça mânidardır. Gerçi Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), âyetle verilen müjdenin tahakkuk edeceğini, sadakatinin bir remzi olarak hemen kabul etmişti; ama Hz. Ömer genel hissiyata tercüman olma sadedinde, "Ne zaman?" diyerek bu müjdenin gerçekleşeceği zamanı sormuş ve olacaksa daha sonraları olabileceğini vurgulamak istemişti.

Derken hicret-i seniyenin ikinci yılında Bedir'de, müşriklerle karşı karşıya gelinmiş ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o gün el kaldırıp Cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarma sadedinde: "Yâ Rabbi! Eğer bu topluluk helâk olursa artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak." deyip dua dua yalvarmış ve Allah'tan muvaffakiyet dilemişti. Öyle ki, O'nun bu hâli karşısında mahzun olan Hz. Ebû Bekir, bir yandan Nebiler Serveri'nin ridasını O'nun mübarek omuzlarına koyarken, diğer yandan da, "Yeter yâ Resûlallah! Allah seni hüsrana uğratmayacaktır." tesellisinde bulunmuştu.[18]

İşte bu esnada birdenbire hava değişti; etrafı bulutlar sarıverdi ve Allah Resûlü, daha önce âyetle haber verilen müjdenin bir alâmeti olan bu manzara karşısında tebessüm ederek eline aldığı kumları düşmana doğru saçtı ve "O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarına dönüp kaçacaklardır."[19] âyetini bir kere daha okudu. İbn Ebî Hâtim, hâdisenin devamında Kureyş topluluğu bozguna uğrayınca savaştan önce nusret zamanını soran Hz. Ömer'in şu mânâda sözler sarf ettiğini nakletmektedir: "Ben Kureyş topluluğunun hezimete uğrayacağını, Bedir günü Allah Resûlü'nün, düşmanın arkasından kılıcını çekip "O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."[20] âyetini okurken, bu âyetle verilen müjdenin tahakkuk edeceği günün o gün olduğunu anladım."[21]

İşte bu vak'ayla Kur'ân'ın tam on sene evvel işaret ettiği gaybî bir haber tahakkuk ediyordu ki, böyle bir zaferi muştulayan bu âyet[22] nazil olduğu zaman, birçok yeni Müslüman bu tür bir muzafferiyetin gerçekleşebileceğine pek de ihtimal vermiyorlardı. Ama Allah vaadini Bedir'de yerine getirerek kâfir topluluğu korkunç bir hezimete uğratmıştı ki, elebaşlarından Ebû Süfyan bile kervanla Mekke'ye kaçıp canını zor kurtarmıştı. Birisi o vak'ayı Mekke'de Ebû Leheb'e anlatırken: "Biz savaşta sanki felç olmuş gibi idik, onlara karşı ne kılıç kullanabiliyor ne de mukabele edebiliyorduk. Âdeta onlara boyunlarımızı uzatıyorduk da onlar da istediklerini öldürüyor istediklerini de esir alıyorlardı. Zira kuvve-i mâneviyemizi tamamen yitirmiştik." deyince Hz. Abbas'ın kölesi Ebû Râfi' "Vallahi, bunlar meleklerdi!" deyivermişti.[23]

Evet, Bedir'de melâike-i kiramın, Müslümanların safları arasında kâfirlere karşı tavır aldıklarını bizzat kâfirler de görmüş idi ki bununla mâneviyatları bütün bütün kırılmıştı.

"Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, 'Ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim' diyerek duanızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah'tandı (celle celâluhu). Çünkü Allah mutlak galipti, yegâne hüküm ve hikmet sahibiydi. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu ve sizi tamamen temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalblerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların (ellerine) parmaklarına!' diye vahyediyordu."[24]

"Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette (bazılarınız itibarıyla) çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalblerin derinliklerinde olan her şeyi bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki takdir buyurduğu şeyi yerine getirsin. Nihayette bütün işler Allah'a aittir."[25] âyetleri de Cenâb-ı Hakk'ın Bedir gününde Müslümanlara yaptığı maddî ve mânevî yardımı ifade etmektedir.

Kezâ bu cümleden olarak, Müslümanların Mekke'de değişik tazyikler altında inim inim inledikleri bir dönemde, Kur'ân-ı Kerim, inanması çok güç bişaretlerle onların içine su serpiyor ve "Allah içinizde iman edip salih amel işleyenlere daha önceki mü'minleri (Hazreti Davud ve Süleyman aleyhimesselâm) dünyevî hâkimiyetle serfiraz kıldığı gibi onlara da hâkimiyet lütfederek, hoşnutluğunu ona bağladığı İslâm dinini yaşama ve tatbik etme güç ve imkânı bahşedip, yaşadıkları o korkulu dönemin arkasından herkesi tam güvene erdirecektir."[26] diyordu ki, o günkü şartlar ve dünya ahvâli içinde böyle bir şeye ihtimal vermek çok güç hatta imkânsız görünüyordu. Ama mevsimi gelince hepsi oldu. Âkif'in ifadesiyle, "Başlarda gezen ayaklar suya erdi." ve Kur'ân temsilcileri gidip dört bir yana otağlar kurdu.

Müslümanların baskılar altında bulundukları bir sırada, Romalılarla Sasaniler arasında da mütemadi bir savaş vardı; İranlılar bu savaşlarda Romalıları İstanbul (Konstantiniyye) önlerine kadar sürmüş ve onları çok ağır vergilere mahkûm etmişlerdi. İşte o günlerde müşrikler gelip gelip Müslümanlara dalaşıyor; "Ateşgede İranlılar Allah'a inanan Hristiyanları ezip geçtikleri gibi biz de sizi bitireceğiz!.." diyor ve o bir avuç mü'mini sürekli tehdit ediyorlardı. Tam bu esnada Allah şu bişaretle onları sevindirdi ve yüreklendirdi: "Rumlar size yakın bir yerde (şimdilik) mağlup oldular; ama bu yenilgiden sonra onlar tekrar galip geleceklerdir. (Bütün) bu vaad birkaç yıl (bid'-i sinîn) içinde mutlaka gerçekleşecektir. İşin önü de sonu da emir ve irade-i ilâhiyeye tâbidir. Ayrıca o gün mü'minler de Allah'ın lütfettiği bir zaferle (Bedir zaferi) sevineceklerdir."[27] Mevsimi gelince her şey Kur'ân'ın dediği gibi oldu; Romalılar derlenip toparlanıp Sasanileri bir kere daha yenilgiye uğrattıkları aynı gün, mü'minler de Bedir zaferiyle sevinç yaşıyorlardı.

Diğer bir gaybî haber de Mekke fethiyle alâkalıydı. Bazı mü'minler açısından ümit-şiken hâdiselerin iç içe cereyan ettiği Hudeybiye sulhü esnasında muahede şartlarından ötürü bir kısım mü'min sineler buruklaşmış, gözleri Efendiler Efendisi'nin çehresinde bir muştu bekliyorlardı.. sonunda bekledikleri oldu ve Fetih sûre-i celilesi inzal edildi. Evet, Kur'ân: "Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkarıp, kiminiz traşlı, kiminiz de saçlarını kısaltmış olarak (bunlar Hac menâsikine ait esaslar) kimseden korkmaksızın ve tam bir güven içinde mutlaka 'Mescid-i Haram'a gireceksiniz."[28] diyordu ve dediği gibi oldu. Kısa bir süre sonra ilahî beyanın resmettiği çerçevede Mekke'ye girildi ve Kâbe tavaf edildi.

Bir sonraki âyet de, geleceğe ait bir bişarette bulunuyor ve Müslümanların daha geniş ufuklara açılacaklarını müjdeliyordu. Ve bu farklı müjde çerçevesinde mü'minlere, "Topyekün dinlere galip gelmek üzere Elçisini hak din ve hidayetle gönderen de O'dur."[29] diyordu. Zamanla bu büyük hâdise de gerçekleşti ve Müslümanların diriltici solukları dünyanın pek çok kıtasında duyulmaya başladı.

Bütün bunlar gibi Kur'ân-ı Kerim'de pek çok âyet, gelecekle alâkalı bazı hususları haber verdi, Müslümanları hem sevindirdi hem de yüreklendirdi.. vakt-i merhunu gelince de haber verilen hususlar aynıyla gerçekleşti.

Buraya kadar serdedilen misallerden de anlaşılmaktadır ki, Kur'ân, verdiği gaybî haberler ile ayrı bir mucize ufkunu nazara vermektedir. Her ne kadar bu misallerden bazıları o dönemde vâki olan hâdiseler ise de, Kur'ân'ın âyetleri, bütün zaman ve mekânlara hitap etmektedir. Bizler geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de Kur'ân'ın gaybî haberlerinin tecellî edeceği ve buhranlar anaforunda inleyen dünyanın yeniden onunla aydınlanacağı inanç ve kanaatini taşımaktayız.

Evet, çok yakın bir gelecekte –inşâallah– dünyadaki karanlık bulutlar dağılacak, karanlığa alkış tutanlar ya insafa gelecek ya da hezimete uğrayacaktır. İşte o gün Kur'ân'a gönül verenler, onun âyet ve gaybî haberlerini bir kere daha tasdik ederek "Kur'ân, ancak Allah'ın mucizevî bir kelâmıdır." diyeceklerdir.


--------------------------------------------------------------------------------