Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur. Bu mevzuuda bizi aydınlatır mısınız?

Türk haremi bir mübârek ma'nâdır. Batı'nın insan babası haremlerini incelemek yerine, bizim gül kokulu, ahlâk mektebi olan haremlerimizi onlara kıyaslamışızdır. Aile çökmüştür. Tanzimat kafasının târif ettiği harem, yoktur. Yoktur ama biz İslâm tohumu ile yetişen çocuklarımıza, harem düşmanlığı verirken kendimizi kurşunlamışızdır.

Biz hanımlarımızı, kalabalık önünde teşhir etmeyecek kadar Türk-İslâm muhâfazakârlığının güzelliğine vurgunuz. Ama olmaz diyenler, hani şu pek önemli ilerici devrimcilerimiz için, kadın hâla harem dedikodularının malzemesidir. Peki, harem nedir? Onlara sorarsanız, Avrupa’nın bize kindârlığının hikayeleri doğrudur. Harem bir insan harâsı örneğidir. Milyon kere estağfirullah..

Biz Tanzimattan sonra haremimizin ne olduğunu kendi kaynaklarımızdan değil, Batı'nın dağarcığından öğrenmeye merak salmışızdır. Ne hatâ..

Geçenlerde, bir Alman’â dediğimi hatırlıyorum: -çıkın piyasaya ve kitapçılara, Fransız, Alman, İtalyan ve hatta Asya ülkelerinin haremlerinin pislik ve ter kokan romanlarını, piyeslerini, filimlerini bulacaksınız.. Ama eskisini bir kenara bırakınız, Fetihten sonra kurulan saray haremimizin, yıkılışa kadar beşyüz yıllık akışı içinde, bir tek, evet, bir tek dışarıyâ sızmış cıvık aşk ve beden söylentisine rastlayamazsınız. Haber sızmasın diye alınan tedbirden değil. Haremde, sefahat ve yatak kokan maceralar olmadığı için.

Sadece saray hareminde değil, konak ev ve hatta kulübe haremlerimizde bile, bir başka asâlet, bir başka fazîlet, bir başka "Kadının gölge hâkimiyeti" vardır. İnkârcılığımız, güzelliklerimizi idrâkimize mâni olmuştur. Aslında harem-selâmlık ayırımı, ev hayatının; kadın ve erkek bünyesinin güçlülük ve zayıflığına göre meydana gelmiş hârikulâde bir dengesidir. Harem sadece kutsal makam, gizlilik deği1, ama âilenin soysuzlaşmasının önlendiği, Türk-İslâm ihtişamı demektir.

Hayır, bizim haremlerimiz gül kokulu, fesleğen râyihalı, fazilet köşelerimizdir..

İLHAN MURAD

Bizde yatak odası çok muallâ ve mukaddestir. Zira soy orada mayalanır ve gelişir. Âile en has mahremiyetiyle orada teşekkül eder. Onun içindir ki, bizde yatak odası açılmaz ve misafir buyur edilmez. Değil bir yabancı, oraya evdeki diğer fertler dahi istedikleri zaman giremez. Oranın o kadar hususiyeti vardır ki, aldığımız terbiye gereği, biri bizi alsa, tekrîm ve teşrîf gayesiyle orada yatırmak istese biz yine yatmayız. Halbuki ne olur? Oda diğer yatak odaları gibi bir yatak odasıdır. Bizde işte her şey bu. denli farklıdır ve edep bu denli gelişmiştir. Bu ma'nâda harem sadece Osmanlıya mahsûs değildir. Hepimizin hânesinde böyle bir harem vardır. Bundan dolayı atalarına taş atan adam ise, başına çalacağı taşı yanlışlıkla başka tarafa atmaktadır.

Osmanlı'daki harem biraz daha özel bir ma'nâ taşımaktadır. O da haremin herkese açık olmaması, bir kısım saraylarda görüldüğü üzere âdeta surlarla çevrilmiş bulunması gibi hususiyetlerdir. İşte Topkapı Sarayı, harem saray sâkinlerinden olan kadın ve câriyelerin, meşru dâirede eğlenebilecekleri, tenezzüh edebilecekleri ve dinlenebilecekleri bir boşluğa açılan ve dış dünyaya, oraya has mahremiyeti muhafaza için, kapalı duran büyük bir binâ. Bu şekildeki tanzimden gaye, kadın efendi ve câriyelerin bakışlarına uygunsuz herhangi bir şey ilişmesin ve dıştan gelecek şeylerden korumuş olsunlar. Haremdeki kadınlar, İslâmî ölçüler içinde, meşrû dâiredeki zevk ve safâlarını orada yaşıyor ve yine orada meşrû zevk ve lezzetlerden istifâde ediyorlardı. Dışa bakmıyor ve erkek olarak sadece kendi efendilerini ve mahremlerini görüyorlardı. Esasen bu, saraya mensup erkekler için de geçerliydi. Onlar da, bu yüksek surların arkasında, helâl dâiresindeki zevk ve lezzetlerle iktifâ ediyor; eğer surlar arkasında yaşamak kalebentlik ise, eşleriyle böyle bir hayatı paylaşıyorlardı. İşte harem, işte siz, gidip görebilirsiniz. Eğer bunu tenkit ediyorlarsa, yine tenkît edecek şey bilmiyorlar demektir.

Haremde çok kadın bulunduğunu tenkît ediyorlarsa, o babta da diyeceklerimiz var:

Evet, Osmanlı Padişahlarından, iki veya üç kadınla evlenenler olmuştur, bu doğrudur. Diyeceğimiz birşey de yoktur, olamaz da. Batılı ve onun düşüncesi ne bir esas, ne de herşeydir. Bir zamanlar başka türlü düşünmüştür. Şimdi, çok evliliği "poligami" deyip ayıplamaktadır. Yarın da, bugününü ayıplayacaktır.

Sonra, bu mevzûda sözü kim söylemesi gerekiyorsa o söylemiştir. Cenâb-ı Hakk bir erkeğin -şartlarını hâiz olduktan sonra- dörde kadar kadınla evlenebilmesine ruhsat vermiştir. Bu ruhsatı kullananlar yalnız Osmanlı Padişahları değildir ki, tenkît edilsinler. Başta Efendimiz, sahâbe-i kirâm ve dinde en büyük saydığımız kimseler ve daha niceleri.. Bunlar arasında gecelerinde ikiyüz rekat namaz kılan, gündüzlerinde de savm-ı visalle ömrünü geçiren pek çok kimse var idi ki iki üç kadınla evli bulunuyorlardı. Demek ki dinin ruhsat verdiği bu mevzûyu dile dolamaya kimsenin hakkı yok. Mes'elenin bu yönünü, kısmen de olsa, Allah Rasûlünün çok kadınla evlenmesi hususunu arzederken ifâdeye çalıştığım için bu kadarla iktifâ edeceğim. Ancak iktizâ ederse, dine âit bu hükmü müstakil bir mevzû olarak tahlil etmeyi de düşünüyorum.

Harem derken akıllarına takılan ve tenkît gören hususlardan biri de, câriyeler mevzûdur. İslâm'da kölelik müessesesinin açık bırakılma hikmetini bir soru münasebetiyle tafsilatıyla anlattığımı zannediyorum. (Asrın Getirdiği Tereddütler, C.I, sayfa: 98-113) Onun için burada gayet kısa ve sırf bir fikir verme açısından şunları söyleyip geçeceğim:

Câriyeler, harplerde esir alınan kadınlardır. Müslümanlar bunları evlerine alıyor, terbiye ediyor, onlara, insanlığın kemâline giden yolları gösteriyor ve yine onları aziz birer misafir gibi koruyorlardı. Maddî ihtiyaçlarını tekeffül etmenin yanından mâ'nen de görüp gözetliyorlardı; eğer müslüman olursa, çoğu kere onu salıveriyordu, dilerse onu istifraş ediyor ve eğer ondan bir çocuğu olursa, zaten "Ümmül veled" (beyin çocuğuna ana olma) haline gel'ıyor ve hürriyete kavuşma yollarından biriyle hürriyete kavuşuyordu. İstifraş mes'elesine gelince bu durumun da kendine göre şartları vardır. Önce kendi câriyesi olacaktır. Sonra bu câriye evIi bulunmayacaktır. Ayrıca onda başkasının da hissesi olmayacaktır, gibi birçok kayıtlarla bağlandıktan sonra istifrâş edilebiliyordu.

Mes'eleyi kendi nezâketi içinde ele almak gerekirse: Câriyenin bir ortak mal olma yönü vardır ve işte efendi onun bu yönünü kaldırarak ona kısmî bir husûsiyet verir. Yani onu bir cihetle orta malı olmaktan siyânetle saygı değer hale getirir. Bir cihetle de onun için hürriyete giden kapıları açar. Düşünün bir de bunlar saraylara alınır ve kendi evlerinde bulunmayan bir izzetle tekrîm edilirse buna hangi akıl sahibi itiraz edebilir.

Günümüzde esirlere yapılan muâmeleleri görüyoruz. Bir hayvan sürüsü gibi ahırlara doldurulan bu insanlar en bed ve iğrenç muâmelelere tabi tutulmakta ve arşa yükselen feryatlarından sadistçe zevk alınmaktadır. Daha geçenlerde, bir İsrail askerinin Filistinli bir gence nasıl muâmele ettiğini bütün dünyâ gördü. Batılının toplu katliâmları ise hepimizin ma'lûmudur. Onların bu hunharca davranışIarını bilip gördükten sonra, tenkît ettikleri husûsa bakıyor ve şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: Bu insanlar, insanlığın ne demek olduğunu, insanca muâmelelenin nasıl yapıldığını bir türlü hafsalalarına sığdıramadıklarından, İslâmın insanca muâmele emrini anlayamıyorlar. Anlayamadıklarından dolayı da bilmeden "İnsanlığı, insanca davranmayı" tenkît ediyorlar. Doğrusu böyle bir cehâlet urbası, Batılıya tepeden tırnağa yakışsa da ben, onların içimizdeki uzantılarına bunu bir türlü yakıştıramıyorum. Biraz da hayretim bundan kaynaklanıyor...

Onlar harpte bizden esir alırken biz ne yapacağız? Onları geldikleri gibi bir daha silahlansınlar, semirsinler ve bize hücum etsinler diye geriye mi göndereceğiz? Yoksa onlar istedikleri kadar bizi esir etsinler, bizim mürüvvet anlayışımız buna mânidir mi, diyeceğiz. Bu biraz fazla aptallık olmaz mı? Hem, karşı tarafa caydırıcı hiçbir müeyyide tatbik edi1meyecekse, niçin harbedilsin? Niçin binlerce insan öldürülsün? Kimisi dul, kimisi yetim kalsın. Madem ki baştan bütün bunlar göze alınıp harbe giriliyor, herkes neticeyi işin bâşında kabûl etmiş, demektir. Ve esir düşmek de bunlardan biridir. Esire yapılan muâmele İslâmî prensiplere göre olursa, daha insanî bir yaklaşım olmaz mı? Öyleyse onlar bizden esir aldıkları gibi biz de onlardan esir alacağız. Şimdi aldığımız bu esirleri ne yapacağız? Onları salımıvereceğiz, yoksa öldürecek miyiz? Hayır; onları müslümanlar arasında taksim edeceğiz. Böylece Müslümanların evlerindeki ma'nevî atmosfer, onları İslâma karşı yumuşatacak. Arada ferdî dostluklar olacak ve hiç zorlanmadan bir müddet sonra hepsi bu insanî muâmele karşısında eriyecek ve İslâm'a dehâlet edecekler. İşte o zaman müslümanın mürüvveti ortaya çıkacak: Kendi dinini din olarak seçmiş bir müslüman kardeşini esaretten kuıtarmanın yollarını araştıracak. Köle azâd etmenin İslâmâ ait değer ve kıymeti bir taraftan ona teşvikçi olacak, bir taraftan da işlenen suçlarda cezâ olarak ön görülen birinci şart köle azâd etmek olduğu yerlerde mes'elenin o yönü işlettirilecek ve ardı arkası kesilmeyen yollarla köleler hürriyete kavuşturulacak.

Biz esirlerimize insanca muâmele eder ve onları insanlığa giden yolda eğitmeye çalışıyoruz. Dünyâ ve ukba muvâzenesini korumasına yardımcı oluruz. İslâma girmesi için elimizden geldiğince birer şefkat hâvarîsi olur ve onu koruruz. Zaten sarayda da yapılanlar bunlardı. Onlara, bir taraftan insanlık aşılanıyor, diğer taraftan da birer kadın efendi muâmelesi gösteriliyordu. Orada bulunup da, saraydan memnun olmadığı için kaçmaya yeltenen kaç misâl gösterilebilir? Hayır, böyle bir misâl göstermek mümkün değildir.

Bir de böyle bir davranışın ve hareket tarzının neler kazandırdığını târihteki misâlleriyle görmeye çalışalım.

İslâm litaretüründe "Mevâli"diye bir ta'bir vardır. Bunlar sonradan hürriyetlerini elde eden insanlardır. Ve bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyâmete kadar da anacak olduğumuz dehâ çapında büyükler vardır.

Allah Rasûlünün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsâme b. Zeyd (r.a.) bizzat Allah Rasûlü tarafındanBizans'a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak verilmişti. Asker arasında Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer gibi insanlar vardı. Ve Üsâme o gün ancak 18 yaşlarında bulunan mevâli'den bir insandı. Zaten babası Zeyd b.Hârise de Mûte'de orduya kumanda etmiş ve oradâ şehît düşmüştü. İmam Mâlik gibi birisini yetiştiren Nâfi, mevalîdendi. Ab dullah b.Ömer'in çok sevdiği câriyesi Mercâne, "En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infâk etmedikçe hakîki takvâya ulaşamazsınız"ma'nâsına gelen âyet te'siri ve coşturuculuğuyla sâhibi tarafından hürriyete kavuşturulmuştu. Halbuki efendisi, Abdullah b.Ömer onu çok seviyordu. Ancak takvâya erme arzusuyla Mercâne'yi, Allah için hürriyete kavuşturmuştu. İşte bu Mercâne daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi olmuştu. Abdullah b.Ömer,Nâfi'yi alır sever ve bağrına basardı. Ümmetin Allâmesi daha sonra onu elinden tutup ilmin zirvelerine çıkardı. İslâm dünyâsının en parlak yıldızlarından biri olan Nâfî, bir mevâliydi.

İmam A'zam, Mesrûk, Tâvûs b.Keysân, ve daha niceleri hep Mevâlîdendi. Hatta Emeviler devrinde iki âlim kendi aralarında konuşurken elli kadar büyük saydılar da, ancak, ellibirinci şahıs mevâIî olmayanlardan çıktı.

Eğer o saraylarda böyle insanlar yetişecekse -ki, yetişiyordu- gelin hep beraber evvelâ şu hürriyetimizden vaz geçelim, sonra oralarda kendimizi yetiştirelim ve daha sonra da hürriyetimize tekrar kavuşalım.

Bütün şu anlatılan1arda insan olan bir insanın tenkîd edeceği tek nokta dahi yoktur. Yeter ki şartlanmışlıktan vaz geçilmiş olsun!...