Bir hafız, Allah göklerin ve yerin nurudur (Sûre:24, Âyet: 35), âyetini okudu.

Ulu Allah buyuruyor ki: Ben göğün ve yerin nuruyum. Gördüğünüz ışığı, karanlığı, hayatı, tadı ve varlığı hep benden biliniz. Hakikatte bütün bu güzellikler, benim. Sizde benim cemâlimi ve güzelliğimi vasıtasız ve temas etmeksizin görebilecek o saf göz yoktur. Kendi güzelliğimi şekiller ve perdeler vasıtası ile size gösteriyorum. Çünkü sizin keyfiyetsiz olan mânanız keyfî olan suretle karışmıştır. Karışık olan safı göremez. Benim güzelliğim de sizin görmenize uymak için karıştı. Alemin bütün varlığı, bir vücut gibidir. O vücudun başı, gök ve ayağı yerdir. Onun gözden, kulaktan, dilde ibadet yıldız gibi olan hasselerinin diri, parlak, görücü, işitici ve söyleyici olması ruh-i küllidendir. Bunlar tıpkı bir insan vücudu gibi canlı biridir. Hattâ taze ve canlı görme, gözün, yüzün parıltısı ve
bütün uzuvlar ve duygular hep candandır. Canı, yani, bu ruh-i külliyi bunlar vasıtası ile müşahede ediyorlar. Can, bedenden ayrılırsa bu güzellik ve parlaklık kalmaz. Bundan da belli oluyor ki onların hepsi, kalıptan, vücuttan yüz gösteren ruhun güzelliği idi. Bunun gibi, bu âlemin hey'et-i mevcudiyeti dahi göğün yıldızlar ve aydan aydınlanması yerin insanlardan, hayvanlardan, kuşlar, cemadât, ağaçlar ve meyvelerden süslenmiş olması gibi hep uzvundaki varlık nuru candandır. Eğer can dile gelip: "Ben canım, vücudun nuruyum ve onun başı ve ayağıyım" dese, bunun mânası: ben canım ve onun tazeliği, canlılığı bendendir, demektir. Can, eğer bu kalıptan ayrılırsa kalıp, hasta ve harap olur. Bir gök gibi olan başın yıldızları, göz, kulak, ağız ve burundan ibaret olan hasseleridir. Bunların hepsi de işe yaramaz bir hale gelirler. Dökülürler ve yok olurlar. Bunun gibi kol, bilek, kalça, diz, el ve ayak, damar, sinir, mafsallar ve vücudun bağlarından ibaret olan geri kalan bütün uzuvlar da birbirinden ayrılır ve dökülürler. Zerre zerre olurlar. İşte bu âlemin, varlığın kıyameti de böyle kopar.

Allah nurunu, bu âlemden keserse âlem cansız kalır. Ağaçların meyveleri, her yıl olgunlaşınca yere düşüp yok oldukları halde, ağaçlar daha uzun müddet nasıl yaşarlarsa, âlemin meyvesi ve bir parçası olan insanlar da yetmiş, seksen sene yaşadıktan sonra ölürler; buna göre bütün olan âlemin ömrü daha uzundur. Alemin eceli gelince, ki bu kıyamet günüdür, âlemin başı olan gök parça parça olur ve dökülür, gökler yarılır ve parlak, ışıklı güneş, kararır, yıldızlar dökülür, dağlar yerlerinden oynar, yırtıcı hayvanlar birbirine girer, denizler ateş kesilir. Ve yine âleme ölümsüz diyen ve onun son bulmasını inkâr eden kimselerin basiretsizliğine karşı Allah şöyle buyuruyor: Gökler yarılır, yıldızlar aşağı dökülür, denizler birleşir, mezarlar yerlerinden oynar ve alt üst olurlar. (Sûre: 82, Ayet: I -2.) Dağlar pamuk gibi atılır. (Sûre: 101, Âyet: 4) Göklerin yarıldığı, güneşin karardığı, yıldızların döküldüğü, dağların yürüdüğü, yırtıcı hayvanların toplandığı, denizlerin suyunun ısındığı, (Sûre:84, 81 - Âyet: 1-6.) Bunların hepsi, âlemin varlığının ölümü hakkında söylenmiştir. Onun cüz'i bir şahsı olan insan öldükten sonra toprağın altında gök gibi olan kafası parça parça, yer mesabesinde olan ayakları ise darmadağınık bir hale gelir ve mahvolur.

İşte bu âlem de bir ağaca benzer ki o acağın ölümü, onun bütün parçalarının ve meyvelerinin ölümüdür. Yani onun eceli geldiği zaman ne gök kalır, ne de yer. Ne güney kalır, ne de ay, ne deniz kalır, ne de dağlar. Hepsi birbirinden çözülüp dağılır ve ayrılır.Bu tıpkı ölümden sonra insan vücudunda meydana gelen değişikliğe benzer. Öldükten sonra göz bir tarafa, kulak bir tarafa, burun ve ağız bir tarafa gider. Kemik, damar ve sinirler gibi geride kalan diğer âza da birbirinden ayrılır ve toprak olurlar . O topraktan bazan testi, bazan kâse, bazan çömlek, bazan da tuğla yaparlar. Onlara: "Ey parçalar birbirinizden ayrılıyorsunuz! Biz bir ve toplu değil miydiniz?" denilse: "Katiyyen! böyle değildik, biz aslen dağınık ve birbirimizden ayrı idik; bizi ruh bir araya getirmişti ve ruh vasıtası ile bir olmuştuk; ruhsuz kalınca tekrar ilk önce olduğumuz gibi dağıldık ve birbirimizden ayrıldık" derler. Hakikaten yer, gök ve dağlardan ibaret olan âlemin parçaları bir parça halinde görünürler; halbuki bunlarda aslında küçük zerrecikler gibi dağınık idiler. Allah'ın emri onları bir kılmıştır. Onlar canları olan o nurdan mahrum kaldıkları zaman hepsi, ölmüş bir insan vücudu gibi, dağılır ve ufacık zerreler haline gelirler. Mevcut bütün varlıklar gözle görünürler,
hissedilebilirler, yaratılmışlardır. Fakat, sonunda hepsi yok olurlar. Allahdan başka her şey yok olur (Sûre: 28, Âyet:88), Allah göklerin ve yerin nurudur. Sûre: 24, Âyet:35.) Bunun mânası yukarda söylenmişti. Onun nuru Mişkât gibidir (Sûre: 24, âyet: 35.) Mişkât, manastırda bulunan küçük bir penceredir içine kandil asarlar. Çerağ, billur içindedir Billur parıl parıl yanan bir yıldız gibidir. (Sûre: 24, Âyet: 35) O kandilde parıldayan, yanan yıldızlar gibi nur saçar. Kandil Allah'ın velisidir. Onun gönlü, saf bir zeytin yağı gibidir. Bu yağ Allah'ın nurunun bir otudur. Mum şule verirken eridiği ve nurunun gıdası olduğu gibi, o gönül de Allah yolunda yok olmuştur. Yağ ve nur arasında bir cinsiyet ve gizli bir birlik vardır. Çünkü, her ne kadar şekil ve aslî maddesi bakımından aynı cinsten olduklarını göstermezlerse de, hakikatte ona uygundurlar. Bir insan için de bu böyledir. Ekmek, su ve diğer bütün türlü türlü yiyecekler, şekil ve görünüş bakımından değil, teşekkülât bakımından onunla bir cinstendir. Yeşillikler, çiçek bahçeleri, akar sular, kuş sesleri ve çalgıcıların nağmeleri de insanla aynı cinstendir. Çünkü, insan bütün bu şeylerden istifade ettiği nisbette kuvvetlenir ve büyür; onunla aynı cinsten olur. Faydasız şeyler, insanı büyütmez. O halde ona zıt olur. Her ne kadar şeklen ona benzer ve onunla aynı cinsten görünürse de, ondan kuvvet almadığı ve bulmadığı için onun ile aynı cinsten olmayıp tersine, onun zıddı olur. Suya yardım, sudandır. Ateşe ise ateşten. Ateşi artıran her şey anca onun cinsinden olur. Yani, ateşi ancak onun cinsinden olan bir şey artırır. Meselâ odun, her ne kadar şekil itibariyle onun cinsinden olmasa ve bu cinse aykırı görünse de, onu artırdığı ve kuvvetlendirdiği için onunla aynı cinsten olduğunu bilmek lâzımdır. Sadaka ve ihsan insanlar için rahmettir. Işık ve tâat de kâfirleri öldürmekte aynı cinstendir. Zalimleri men ve nehy etmek her ne kadar aykırı ve aynı cinsten değilse de, bu her iki iş de sevaba ve rahmete lâyıktır. Işığın artmasıyla insanın yüzü daha aydınlık bir hal alır; işte bu bakımdan her ikisi de aynı cinstendir. Yani ışık, insanı beyaz gösterir. Birçok şeyler vardır ki zahiren ve gerçekten şekil ve asıl bakımından bir görünürler, fakat hakikatte birbirlerine aykırıdırlar. Çünkü birbirlerine faydaları dokunmaz ve birbirlerinin sohbetinden feyiz almazlar. O halde yukarıdan beri anlatıldığı gibi bir şeyin aslına uygun gelen, onu artıran ve kuvvetlendiren her şey, onunla aynı cinsten olur. Bunun için müminin kalbi yerinde olan zeytin yağı da onunla aynı cins ve o nurun bir hüzmesidir.

Allah insanları karanlıktan yarattı yani cism-i hayvaniyi bu karanlık âleminden var etti ve kadîm olan kendi nurundan, bu yaratılmış olan şeyler üzerine saçtı. O nur, bu karanlığın içinde hapsolunmuş ve karışmıştır. İşte bu karışma yüzünden onun adı, zeytin yağı olmuştur. Fakat nur, aynı nurdur. Onun zeytinyağı gibi olan gönlü parlar, vuslat ışığına temas etmeden ve aslına tamamen vasıl olmadan onu gören, tamamiyle asıl nuruna vasıl olmuş zannederler. Öyle ki enbiyanın ekserisi, vâsıl olmadan evvel böyledir, yani o zamanda "biz vasıl olduk" derler. Çünkü onların gönüllerinin yağı o, nurdandır; belki o nurun aynıdır. İbrahim (Selâm onun üzerine olsun) da göğe baktığı zaman kendi kalbini gördü. Kendi gönlünün zeytinini, parlak bir yıldız olarak temaşa etti ve gördüğü nura
"İşte benim Allahm budur." Dedi. Fakat parlayan ayı görünce o zaman da yine "Benim Allahm budur" dedi. Güneşi göğün dördüncü tabakasında görünce: "Benim Allahm budur ve bu hepsinden büyüktür. (Sûre: 6, Âyet: 78.) Yani gördüğüm bu parlaklık diğerlerininkinden daha fazladır" dedi. Bütün o parlaklıklar kandilin içindeki zeytinyağından görünüyordu, sonunda kendi aslî nuruna erişti ve parça bütününe erişti. Ben varlığımı, gökleri ve
yerleri yaradana doğru çevirdim. (Sûre: 6, Âyet:79)
. Şarklıda, garplıda olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş dokunmasa da onun yağı hemen hemen ışık verecek gibidir. (Sûre: 24,Âyet: 35) Allah göklerin ve yerin nurudur. (Sûre: 24, Ayet:35.) Allah'ın bu sözünün hulâsası şudur: Ben ki Allah'ım yerin ve göğün nuruyum ve bütün varlıkların canıyım, müminin gönlünden parlar ve her şeyi aydınlatırım. Meselâ, büyük bir sarayda bir kandil veya bir lâmba bulunsa, bu lâmbayı sarayın içinde bir köşede bulunan pencerenin içine yahut bir lâmbalığa koymuş olsalar, bu lâmbanın bir dil gibi olan şulesinin parlak ışığı evin içini tamamiyle aydınlatır. O lâmbadan çıkan ışığın o küçük lâmbanın şulesinden olduğu açıktır. Zahiren veya şeklen ev büyük bile olsa, mânaca büyük olan ev değil, lâmbadır. Bunun gibi Allah'ın nuru, Allah'ın velî olan kulunun gönlünden parlar. Yeri ve gökleri aydınlatır; onları diri, parlak ve ışıkla dolu bir halde tutar. Allah, velinin gönlünde bulunması hususunda şöyle buyuruyor: "Ben ki Allah'ım, göklere ve yerlere sığmadım, ancak mümin kulumun gönlüne sığdım" (H.). Bunun gibi lâmbanın ışığı da der ki: "Beni suda aramayınız, çünkü oraya sığmadım; hem su kabil-i vasi değildir. Yani onda sizi bana ulaştırma kabiliyeti ve kuvveti mevcut değildir. Beni granit gibi sert taşlarla dolu yerlerde, bir dağda aramayınız; zira dağ ve taş beni kabul etmezler. Beni içinde zeytinyağı bulunan o küçük lâmbada arayınız. Zira benim arşımın tahtı odur. Yani ben yalnız müminin kalbindeki güzel, temiz
zeytinyağı (Müminin kalbindeki iman) ile imtizaç ederim. "Allah insanı zayıf olarak yarattı." (Sûre:4, Âyet:32.) gereğince bu lâmba yani müminin vücudu, küçük ve zayıftır. Fakat o lâmba, zeytinyağı olmadan yer ve gök benim nurum ile nasıl dolardı? O halde bütün bu nimetleri, o lâmbadan biliniz. İşte bu lâmba velîdir. Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım. (H.K.) Allah buyuruyor ki: "Ey Muhammedi Yeri ve göğü senin yüzünden yarattım, sen olmasaydın yaratmazdım. Ben daima seninle beraberim. Sen de benimlesin. Benim âta ve bahşişim sana vâsıl olur; benim kârım seninledir. Nazarım daima senin üzerinedir." Senin için de böyledir. Çünkü Onlar onu severler, o da onları sever. (Sûre: 5, Ayet: 59) Fakat, benim nazarım senin suretine değil, kalbinedir.
Ben ki Allah'ım; nazarım suretine değil, kalbine ve niyetinedir. Bu kalbden göklere ve yerlere hayat ve ışık vâsıl olur. Gene bu gönülle, âlemin vücudu zinde ve kaimdir. O yerde ve gökte Allah'ın halifesidir. (Sûre: 2, Âyet:28.) Yer ve gök o veli-i vahdet ile diridir. Allah sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz. Belki kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.)

Meleklere: "Âdem'e secde ediniz" emri gelince bütün melekler secde ettikten sonra, yer ve gök âlemin varlığının bütün cüzleri, zerreleri, şeytan, peri ve balıktan aya kadar olan diğer bütün yaratıklar niçin secde etmesinler? Bunların hepsi derece itibariyle meleklerden daha aşağıdır. Padişah ve emîrleri secde ettikten sonra köleler ve sipahiler niçin secde etmesinler? Bunların başlarını yere koymaları, secde sayılmaz. Bu, secdenin şerhi ve tercümesidir. Yani, ben senin tahtındayım ve senden aşağıyım ve sen benim fevkimdesin. Ben senin mutiinim, sen ise benim mürebbim ve yardımcımsın, demektir. Bu, tıpkı koruğun, üzümlüğe ibadet etmesi gibidir. Koruğun yüzü üzüme doğrudur ve gayesi üzüm olmaktır. Sonu odur. O halde secde eden koruk, kendisine secde edilen üzümdür. Cansız cisimler bitkiye secde eder ve onu ister. Bitkiler, hayvana, hayvan insana, insan ise meleğe secde eder. Melek (Melik'e) Allaha secde eder ve melîk insanın hulâsasıdır. İnsanın iki hali vardır. Hamlık ve mahcupluk halinde meleğe secde eder. Olgunluk ve vâsıl olma halinde -Allaha vâsıl olunca melek ona secde eder. İnsan kendisine secde edilendir. Melek, felek ve bütün varlıklar ona secde eder. Onun methini söyler ve onu teşbih ederler. Esasen Onun şanını tenzih etmeyen hiçbir şey yoktur. (Sûre: 17, Âyet: 16.) Allah insanın gönlünün kandilinden iki âlemde parlar ve her iki âlem o Âdemden halk olundu ki o, aydınlık ve münevverlik demidir. Yer ve gökyüzünde Allah'ın halifesidir. (Sûre: 2, Ayet: 28.) Arzdan maksat, bu âlem evidir. Bu ev Allah'dan utanan, korkan ve mütevazı insanların meskenidir. Semâdan maksat, o ebedî âlemin sarayıdır. Orası melekler, temiz insanlar, Allah'a yakın olanlar ve ruhların meskenidir. Binaenaleyh Allah'ın velisi, kendi zamanında her iki âlemin de padişahı ve efendisidir. Onun nurunda bütün âlem aydınlık ve ışıklıdır. Ondan gıda alır, onunla doğru yolu bulur. Mukallit ve mürşit de insanların anladıkları şey, bu ateşin nurlarıdır. Ateş ehlinin parlaklığıdır. Zira dünya, ehli cehennemin odunudur ve dünya cehennem suretindedir.

Beyit:
Eğer cehenneme meyledersen şaşılmaz. Çünkü cüzlerin hareketi, daima kendi küllerine doğrudur.
Şehvet ateşi, kendilerine galip gelen ve nefislerini, tabiatlarını istilâ eden hayvan gibi insanlar cehennemin cüzleridir.
Bu türlü hayvan gibi olan insanları şehvet ateşi ve nefis galip gelmiştir. Bunun için onlar cehennem parçalarına dahildirler. O halde nasıl olur da bunlar şehvet ateşinin cüzlerinden mürekkep olan bu dünyaya meyletmezler?

Fer'in aslına dönmesi tabiidir. Çünkü: İyi şeyler, iyi kimseler için; kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre: 24,Âyet: 26). Bu sûdi nur, ateş ehli indinde gerçek nur gibi görünür. Karada yaşayan kuşlar için toprak hayattır; fakat balıklar ve sukuşları için bu aynı toprak ölümdür ve büyük bir işkencedir. Hayat veren o nurun görmiyenler, hayatı yok eden bu ateşe - nâra- nur derler. Bu nurların aslı, güneşin suretidir. Güneş de ateşin maden ocağı ve çeşmesidir. Ay ve yıldızlar güneşten faydalanırlar. Yeryüzünde bulunan her ateş, her alev ve ışık güneşin bir cüz'ü ve bir asâsıdır. Bu yönden nurlar ateşe mensupturlar, nur değildirler. Onların sadece, adları nurdur. Halbuki mânevi bir nur yakmaz; belki hayat, can verir. Lâmbanın ışığını ve ateşin parıltısını yeşil bir yaprağa değdirirsen yaprağı derhal kurutur ve karartır. Bunun gibi insanın vücuduna ve kalbine de dokundurursan bunları da yakar ve yaralar. Şu halde bunun, isminin "nur" , aslında "nar" ateş olduğu malûm olur. Mânevi nur eriştiği yere hayat, canlılık, sağlık ve rahatlık bağışlar. Neşe, huzur, ferahlık, marifet bilgisi, görüş, vecd, aşk ve şevk, vuslat, emel, gaye bunların hepsi yıkıcı değil, yapıcı nurlardır. O halde o nur, mânanın parlaklığıdır. Asıl olan, bu nurların aslının aslıdır.

Demiştik ki her vücutta bulunan böyle yüz binlerce nurun hepsi o nurun aksinden meydana gelmişlerdir ve o Allah'ın nurudur. Parlıyan bir yıldız gibi, o mishabın dili, velinin bir kandil gibi olan cisminden, yeri, göğü, arşı, kürsiyi nurla doldurmuş ve aydınlatmıştır. Çünkü Allah, göklerin ve yerin nurudur. (Sûre: 24, Ayet: 35). Bu mesel değil, misâldir. Akıl, bilgi ve zekâ ile bunu halletmek imkânsızdır. Bu havada sıdk ve aşk kanadiyle uçmak lâzımdır. Tadmıyan bu hali bilmez. Yazıyı öğrenmeden okunamayacağı gibi.

Beyit:
Bir şeyi aramadan bulamazsın. Fakat dost, bu kaideden müstesnadır. Onu bulamayınca arayamazsın.

Söylediğimiz bu kelimelerden her birinin hudutsuz bir şerhi ve hadsiz tafsilâtı vardır. Onu söylemek veyazmak için ömürler lâzımdır. Lâkin sözlerin sırları, bu hale vâkıf olan kimseler için söylenmiştir. O kimselere bin taneden bir tane söylense, ondan hepsini anlarlar. Meselâ, bir cemâat ortasında birçok kaziyeler vakî olsa birkaç kişi buna vâkıf olsalar, bütün cemaatin bu kaziyeleri bilmesi, anlaması gerekmez. Esasen onlara uzun uzadıya anlatmaya da lüzum kalmaz; özet olarak anlatmak kâfi gelir; bazen "falan kıssa" derler. Kıssanın geri kalan kısmını mufassalan anlatılmaya lüzum kalmadan, bu toplulukça anlaşılır. Allah doğrusunu bilir.

MAÂRİF-İ HAZRET-İ SULTAN VELED