turk-dreamworld.com Sitesine Hoşgeldiniz.


2 sonuçtan 1 ile 2 arası
  1. #1
    Senior Member Hezekiel - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Mesajlar
    491
    Total 'Thanks' Received by This User :
    4 Bu Konu icin
    256 Toplam

    Standart Fatiha Suresi

    Fatiha Suresi Allah Teâlâ’nın esrar ve esmâ'sının fâtihi (açıklayıcısı) dir. Âlemlerin yaratılmasındaki ilk sebep; "Allah Teâlâ'nın tanınma, bilinme ve ibâdet olunma, zuhuru ve vücûdu ile müşahede olunma irâdesi ve muhabbet" dir. Fatiha Suresi Kur’ân‐ı Kerim’in başı mesabesindedir. Baş vücudun en önemli yönetici organı olduğuna göre Allah Teâlâ’nın yüzde yani başta tecellisi umum ve hususî bakımdan tam zuhur yeridir.

    Hz. Cabir radiyallâhuanh demiştir ki:"Kim Fatiha'yı okumadan bir rek'at namaz kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde, namaz kılmış sayılmaz."

    Ebu Saîd İbnu'l‐Muallâ radiyallâhu anh anlatıyor: "Ben Mescid‐i Nebevî'de namaz kılıyordum. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat (namazda olduğum için) icabet edemedim. Sonra yanına gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü namaz kılıyordum (bu sebeple cevap veremedim diye özür beyan ettim). Bana:"Allah Teâlâ Kitab'ında: "Ey iman edenler, Allah ve Resûlü sizi çağırdıkları zaman hemen icâbet edin" buyurmuyor mu?" dedi ve arkasından ilave etti:"Sen mescidden çıkmazdan önce, sana Kur'ân‐ı Kerîm'in (sevabca) en büyük sûresini öğreteyim mi?" dedi ve elimden tuttu. Mescidden çıkacağı sırada ben:"Sana en büyük sureyi öğreteceğim" dememiş miydiniz? dedim. Bana: "O sure Elhamdü lillâhi Rabbi'l‐âlemin dir ki(namazlarda tekrar tekrar okunan) yedi âyet ve bana verilen yüce Kur'ân'dır" buyurdu.

    Ebu Hüreyre radiyallâhu anh anlatıyor: "Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Ubey İbnu Ka'b radiyallâhu anha uğradı. O namaz kılıyordu... devamını
    yukarıdaki gibi aynen kaydetti. Ancak şu ziyâde var: "Nefsimi kudret elinde tutan Zât‐ı Zü'l‐Celâl'e yemin ederim ki, Allah, Fâtiha'nın bir mislini ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da indirmemiştir. O (namazlarda) tekrarla okunan yedi âyet ve bana ihsân edilen yüce Kur'ân'dır." Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Nesâî'nin yine Ebû Hüreyre'den yaptığı bir rivayette: "O (Fatiha sûresi) benimle kulum arasında taksim edilmiştir. Kuluma istediği
    verilmiştir" ziyadesi vardır. Ebû Hüreyre radiyallâhu anh bu taksim hakkında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
    “Allah Teâlâ buyurdu ki: “Ben, namazı kulumla kendi aramda iki kısma ayırdım. İstekte bulunduğu kısım kuluma aittir. Kul “el‐Hamdü lillahi Rabbil‐âlemîn” dediğinde, Allah Teâlâ: “Kulum bana hamd etti.” buyurur. Kul: “er‐Rahmânirrahim” dediğinde Allah Teâlâ: “Kulum beni senâ etti (övdü).” buyurur. Kul: “Mâliki yevmid‐dîn” dediğinde Allah Teâlâ: “Kulum beni temcîd etti (yüceltti).” buyurur. Bir rivayette de: “Kul: “İyyâke na’budu ve iyyâke nesteîn” dediğinde Allah Teâlâ: “Bu benimle kulum arasındadır ve istekte bulunduğu kısım kulumundur.” diye buyurur. Kul: “İhdinas‐sırâtal‐mustekîm, sırâtal‐lezîne en’amte aleyhim, ğayril‐mağdûbi aleyhim velad‐dâllîn” dediğinde, “Burası kulumundur. İstekte bulunduğu kulumundur (kuluma istediği vardır).” diye buyurur.

    Hz.Ali kerremallâhü veche şöyle buyurdu: "Bil ki tüm semavi kitapların esrarı Kur’ân‐ı Kerim’de toplanmıştır, Kur’ânı Kerim’ın tüm esrarı Fatiha'dadır, Fatiha'nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı 'B' harfindedir, 'B' harfinin tüm esrarı da onun altındaki noktadadır." Daha sonra şöyle buyurdu : " 'B' harfinin altındaki nokta benim." "İsteseydim yalnız Fatiha'nın tefsirinde yetmiş deve yükü kitap yazardım"

    Niyâzî‐i Mısrî
    Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol...Şefkat ve merhamette güneş gibi ol...Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol...Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol...
    Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol...Hoşgörülülükte deniz gibi ol...Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol...Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...
    Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
    AlıntıAlıntı

  2. Teşekkür edenler:

    ADANALI. (22.02.2012) , by_kernekli (22.02.2012) , -=sezo=- (22.02.2012) , By_X1903 (22.02.2012)

  3. #2
    Senior Member yasinyurt - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Feb 2012
    Mesajlar
    235
    Total 'Thanks' Received by This User :
    3 Bu Konu icin
    187 Toplam

    Standart Cevap: Fatiha Suresi

    BİRİNCİ KELİME

    ELHAMDULİLLAHİ dır. Bundaki hüccet-i imaniyeye gayet kısa bir işaret:

    Evet, kâinatta medâr-ı hamd ve şükür olan kastî in'amlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden sâfî, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi, başta Bismillâh, âhirde Elhamdü lillâh, ortada nimette in'âmı hissetmek ve Rabbini onunla tanımaktır.

    Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak. Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle. İşte bu umumî in'âmlar mukabilinde hal ve kal dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat'î bir surette bir Mâbud-u Mahmud, bir Mün'im-i Rahîmin mevcudiyetini ve umumî rububiyetini güneş gibi gösterir.

    İKİNCİ KELİME:RABBİL ALEMİNDİR

    6 dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:

    Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki, bu kâinatta binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki, bütün kâinat bir sayfa gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkatle bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden bir Rabbü'l-Âlemînin vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz'î şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp eden mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman geliyorlar. Zerrat tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, tâ Samanyolu denilen kehkeşan dairesine ve bir hücre-i bedenden tâ zemin mahzenine, tâ kâinat heyet-i mecmuasına kadar aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmetle beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstahak eder ve merhamete liyakatini selb eder.

    ÜÇÜNCÜ KELİME:ERRAHMANİRRAHİM

    7 dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:

    Evet, kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat'î şehadeti misilli, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahmân-ı Rahîme şehadet eder. Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahmân'a "Rezzâk" mânâsı verilir. Rızık ise, o derece zâhir bir tarzda bir Rezzâk-ı Rahîmi gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan, tasdike mecbur olur.

    Meselâ, bütün zîhayatın, hususan âcizlerin ve bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada ihtiyar ve iktidarlarının haricinde, gayet harika bir tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su katrelerinden ve toprak habbeciklerinden yetiştiriyor. Hattâ ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşcuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatın ve insanın yavrularına memeler musluğundan âb-ı kevser gibi hoş, mugaddî, sâfî, halis, beyaz sütleri kırmızı kan ve mülevves fışkı içinden bulaşmadan, bulandırmadan imdatlarına gönderir, validelerinin şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasip rızıklarını onlara pek harika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî vemânevî rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler miktarınca dillerle ve ayrı ayrı, küllî ve cüz'î lisanlarla bir Rahmân-ı Rezzâkı, bir Rahîm-i Kerîmi bütün bütün kör olmayana gösterir.

    Eğer denilse, "Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler, o ihatalı rahmete münâfidir, bulandırıyor."

    Elcevap: Risale-i Kader gibi Nurun risalelerinde bu dehşetli suale tam cevap verilmiş. Onlara havale ile, kısacık bir işareti şudur:

    Herbir unsurun, herbir nev'in, herbir mevcudun, küllî ve cüz'î müteaddit vazifeleri ve o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı, kabiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rastgelir; zâhirî, cüz'î bir şer, bir çirkinlik olur, bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüz'î şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcut o vazifesinden menedilse, o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücut bulmaz. Bir hayrın ademi, şer ve bir güzelliğin bozulması, çirkinlik olması itibarıyla, o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul bulur. Demek birtek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikâp edilir ki, bütün bütün hikmete, maslahata, rububiyetteki rahmete muhalif düşer. Meselâ, kar, soğuk, ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları içinde bazı dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, su-i ihtiyarlarıyla kendileri hakkında şer yapsa, meselâ elini ateşe soksa, "Ateşin hilkatinde rahmet yoktur" dese, ateşin had ve hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, merhametli faydaları onu tekzip edip ağzına vurur.

    Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve âkıbeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden Rahmâniyet ve hâkimiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi aynasının rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hûrisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğrâ ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder. Bütün ruh-u canıyla,



    der.

    DÖRDÜNCÜ KELİME:MALİKİYEVMİDDİN

    1 dir. Hüccetine gayet kısa bir işaret:

    Evvelâ: Bu dersin birinci kısmının âhirinde hüccetine ve haşir ve âhirete şehadet eden bütün deliller, aynen in işaret ettiği imanî ve geniş hakikate şehadet ederler.

    Saniyen: Onuncu Sözün âhirinde denildiği gibi, bu kâinat Sâniinin sermedî rububiyeti, rahmeti, hikmeti, ezelî, ebedî cemâli, celâli, kemâli ve nihayetsiz sıfatları ve yüzer isimleri âhireti kat'î bir surette istediği gibi; Kur'ân, binler âyât ve burhanlarıyla ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, yüzer mucizat ve hüccetleriyle ve bütün enbiya aleyhimüsselâm ve semâvî kitaplar ve suhuflar, hadsiz delilleriyle şehadet ettikleri dâr-ı âhiretteki hayat-ı bâkiyeye inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neş'et eden bir mânevî cehenneme atar, daima azap çeker. Rehberde izah edildiği gibi, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar ve mahlûklar ve kâinatlar, zeval ve firaklarıyla mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yağdırıyorlar, Cehenneme gitmeden evvel Cehennem azabını çektiriyorlar.

    Salisen: remziyle büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haşriyeye işaret eder. Fakat bu makamda birden bir hal, o hücceti başka zamana tehirine sebep oldu; belki de ona daha ihtiyaç kalmadı. Çünkü, Nur Risaleleri, geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesi kat'iyetinde yüzer kuvvetli hüccetlerle haşir ve neşrin sabahını, baharını ispat etmişler.

    BEŞİNCİ KELİME :İYYA KENAĞBUDU VE İYYA KENASTAİN

    2 dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatli bir seyahat-ı hayâliyeyi Yirmi Dokuzuncu Mektubun izahına binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:

    Bir zaman, Kur'ân'ın mucizelerini ararken, Risale-i Nur'da, hususan İşarâtü'l-İ'câz tefsir-i Nurîde ve Rumuz-u Semaniye'de beyanları gibi, Sûre-i Fethin âhirindeki âyette dört beş mucize ve ihbar-ı gaybîyi, hattâ 3 cümlesinde bir tarihî mucizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddit i'caz lem'alarını ve bazı harflerinde mucizâne


    --------------------------------------------------------------------------------

    On Beşinci Şua - s.1123

    nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fâtihayı okurken deki un bir mucizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi:

    Neden yani, "Ben ibadet ve istiâne ederim" denilmedi, nun-u mütekellim-i maalgayr ile, yani, "Biz sana ibadet ve istiâne ederiz" demiş?

    Birden, o nun kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı; namazdaki cemaatın azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mucize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:

    Ben, o zaman İstanbul'da Bayezid Camiinde namaz kılarken, 4 dedim. Baktım, o camideki cemaat, benim gibi diyerek bu dâvâma ve daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İstanbul'un bütün mescidleri büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi deyip benim dâvâlarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.

    Gördüm ki, âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi

    *

    deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dâvâ, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem, "bu kadar azîm bir cemaatin yolu, dâvâsı yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder" diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı.

    Gördüm ki, kâinat bir cami-i ekber ve bütün mahlûkat tâifeleri bir salât-ı kübrâda, cemaatle, herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal diliyle bir nevi namaz kılıyorlar gibi, Mâbud-u Zülcelâlin muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı.

    Gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kal ile diyorlar ve Hâlıkının merhametkârâne rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-ı uzmâda herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle diyerek emir ve irade-i İlâhiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve merhametine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsî sırrını, hem nun'un güzel mucizesini hayretle müşahede edip, nun, kapısıyla girdiğim gibi çıktım, "Elhamdü lillâh" dedim. cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım.


    --------------------------------------------------------------------------------

    Şimdi mukaddime bitti, sadede geliyoruz.

    in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:

    Evvelâ: Biz gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallâkıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârâne, müdebbirâne bir rububiyet-i mutlaka, hadsiz zîhayatların istiânelerine ve fiilen ve halen ve kalen istimdatlarına ve dualarına kemâl-i hikmet ve inayetle imdat ve herbirine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir ulûhiyet-i mutlaka, bir mâbudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlûkatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semâvî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.

    Saniyen: nun'unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu, beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle bir mâbudiyete karşı şâkirâne bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddesin mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve nun'unun remziyle, mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin cemaatinden herbir taifenin, herbir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire, şüphesiz şehadet eder. Meselâ, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlûkatın üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahîm ve Mucîbe kat'î şehadet eder.

    Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, herbiri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına


    --------------------------------------------------------------------------------

    On Beşinci Şua - s.1124

    lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîme zâhir şehadet eder.

    İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kal ile edilen duaların bütün nevileri, hususan enbiyaların (aleyhimüsselâm) ve havasların harika bir surette makbuliyeti, 5 deki hüccet-i vahdaniyete şehadet eder.

    ALTINCI KELİME :İHDİNASSIRATEL MÜSTAKİM

    6 dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:

    Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakîmidir. Aynen öyle de, mâneviyatta ve mânevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakîmi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ, Risale-i Nur'da bütün muvazeneleri ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakîm ve kolaydır ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkülâtlı ve tehlikelidir.

    Demek bu istikametli ve hikmetli ve herşeyden en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz. Ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vaciptir.

    Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde, istikamettedir. Meselâ, kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belâlı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.

    Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatâsının cezası olarak daimî vicdanî bir azabı çeker.

    Ve insandaki kuvve-i şeheviye selâmetli istikameti ve iffeti zâyi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücûra, fuhşa ve tefritle humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker.

    İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyede, bütün yollarında istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakîmi kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur.

    Demek pek çok câmi ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi, bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir tâlim-i ahlâka işaret eder.

    YEDİNCİ KELİME:SIRATELLEZİNE ENAMTE ALEYHİM

    7 dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:

    Evvelâ: 8 kimlerdir diye,

    9

    âyeti beyan ederek, nev-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine ile Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma, ile Ebubekir-i Sıddık'a (r.a.), ile Ömer, Osman, Ali'ye (r.a.) işaret edip, Peygamberden (a.s.m.) sonra Sıddık, sonra Ömer, Osman, Ali, üçü hem şehid, hem halife olacaklar diye, gaybî ihbarla bir lem'a-i i'câz gösterir.

    Saniyen: Nev-i beşerin en yüksek, en müstakîm, en sadık bu dört taifesi, Âdem zamanından beri hadsiz hüccetler, mucizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlarla bütün kuvvetleriyle dâvâ edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi kat'îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüz binler mucizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud-u Hâlık gibi müsbet meselelerde ittifakları ve icmâları öyle bir hüccettir ki, hiçbir şüpheyi bırakmaz. Acaba, kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkati ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidatça en cemiyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakîmleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemâlâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icmâ ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?

    SEKİZİNCİ KELİME:GAYRIL MAĞDUBU ALEYHİM VELADDALLİN

    10 dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir:


    Evet, tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve küllî ve kat'î hadisat ve malûmat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bilittifak, sarih ve kat'î bir sûrette haber veriyorlar ki, sırat-ı müstakîm ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) binler vâkıatta istimdatlarına harika bir tarzda gaybî imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hadisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semâvî musibet başlarına inmesi, kat'î, şeksiz gösterir ki, bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin hâkim ve âdil ve muhsin ve kerîm ve azîz ve sahhar bir mutasarrıfı, bir Rabbi var ki, Nuh ve İbrahim, Mûsâ ve Hûd ve Salih gibi (aleyhimüsselâm) çok nebîlere pek harika bir surette tarihî ve geniş hadiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş; ve Semûd ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zâlimlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli semâvî musibetler indirmiş.

    Evet, Âdem (a.s.) zamanından beri, beşeriyette, iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri istikamet yolunu takiple nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salâhat ve iman, kâinatın hakikî güzelliğine ve intizam ve kemâline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem Kâinat Sahibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup, beşeri melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle mânevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

    İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlâhî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalâleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhâne-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir mânevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

    İşte, Fâtiha-i Şerifenin âhirinde

    1

    âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor. Ve Risale-i Nur'daki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı bu âyettir. Madem yüzer muvazenelerle Nurlar bu âyeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek, bu kısa işarete iktifa ederiz.

    DOKUZUNCU KELİME:AMİN

    dir. Buna kısacık bir işaret:

    Madem 2 deki nun, üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi, bu "Âmin" kelimesiyle o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve dâvâlarına tasdik ve şefaatlerinin ve istiânelerinin makbuliyetine o "Âmin" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve dâvâmızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve mânevî radyolar vasıtasıyla Fâtiha'daki "Âmin" külliyet kesb eder, milyonlarla "Âmin"ler hükmüne geçebilir.HAŞİYE
    AlıntıAlıntı

  4. Teşekkür edenler:

    ADANALI. (22.02.2012) , by_kernekli (22.02.2012) , Hezekiel (22.02.2012)

 

 

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

Page generated in 1.719.147.710.80076 seconds with 14 queries Sayfa Boyutu (196762)