FASIL: 2

Evliya, Allah'ın has ve seçkin kulları, hattâ Allah'ın sırlarıdır.

Allah'ı tanımak ve bilmek ise onun sırlarını bilmekten daha kolaydır. Bunun gibi eğer bir kimseyi görmek, tanımak istersen pek az bir gayretle buna muvaffak olursun; fakat ne kadar gayret etsen o kimsenin gönlünde bulunan gizli sırları bilemez ve anlıyamazsın.

O halde bir insanı göründüğü gibi bilmek onun gizli sırlarını bilmekten daha çok kolaydır. Bir kimse, bir bilgini kendisinden izin alarak ziyaret etmek istese biraz gayret sarfetmekle bu isteği yerine gelir. Fakat bu kimse, eğer o bilginin bu bilgisini öğrenmek isterse, onun bilgi hazinesinden bir parça sermayenin eline geçmesi için senelerce zahmet çekmeğe katlanabilen bir canı olması ve pek çok güçlükler çekebilmesi lâzımdır.

Herhangi bir şehirde yüz binlerce halk Allah'a tapar ve ihtiyaçlarını Allah'dan ister. Her şeyi yapabilenin, herkesin yiyeceğini verenin, herkesi terbiye edenin, herkese yol gösterenin, bütün günahları bağışlıyanın aynı zamanda her yeri yok ediverenin Allah olduğunu bilirler. Can ve gönülden, bağlılıkla ona uyar
ve ibâdet ederler. Umumiyetle hepsi böyledir. Allah'ı tanıma ve bilmeleri nisbetinde, bazısının ameli kuvvetli, bazısının az, bazısının çok olur. Fakat, bu yüz binlerce insan arasından pek azı, yüzlerini bir şeyhe ve doğru bir veliye yöneltmişlerdir. Bunlardan da ancak bir veya iki kişi, o veliyi iyice tanıyabilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Allah'a tapmak ve onu tanımak umumîdir.Herkesin bunda bir yeri ve bir yolu vardır. Hattâ kâfirler bile Allah'a taparlar.

Şiir:
O tektir, onun eşi yoktur, diyerek kâfir ve dindar,
Her ikisi de onun yolunda koşarlar.

Yetmiş iki millete baktığın zaman, hepsinin Allah'a taptığını ve çeşitli şekillerde, muhtelif amellerle ve başka başka dillerle Allah'a kulluk ettiklerini görürsün. Yalnız insanlar değil, dağ, taş, yer, gök, yıldızlar, toprak, hava, rüzgâr ve ateş bile hepsi Allah'a taparlar ve hepsi senin bilmediğin, göremediğin ve
anlıyamadığın bir dille onu överler.

Allah'ı övmeyen (teşbih) bir şey yoktur; fakat siz onların bunu nasıl yaptıklarını anlıyamazsınız. (Kur'an Sûre: 17, Ayet:44).

Bütün varlıklar (mevcudat) ve sonradan meydana getirilen şeyler (mas-nûat), insanların Allah'a tapmalarına engel olan birer perde ve o sırrın bulunduğu yere girmelerine mâni olan birer kapıcıdırlar. Tatlı yemekler, ipekli elbiseler, Çin ve Hatâ güzelleri de, insanları ibâdetten alıkoyarlar. Taliplerin ve yolcuların
yollarını keserler. Yalnız bu insanlardan bazısı gece gündüz inlemek, zikretmek ve lahavle çekmekle bu yol kesenlerin elinden kurtulurlar. İbâdet yüklerini Allah'ın rıza ve kabul menziline erişirler. Fakat kimsenin onlarla temas etmemesi, onları tanımaması, onlara yol bulmaması için, kendi evliyasına bizzat Allah
bekçilik eder ve onları korur.

Allah: Benim evliyam ve has kullarım benim kıskançlık kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden başka kimse göremez ve bilemez" (H.K.). buyurmuştur.

Bu dünyada da birtakım büyük padişahlar adalet tahtlarına oturdukları zaman, hususî ve umumî her tabakadan insanların yanlarına girmelerine müsaade ederler. Her birinin ihtiyacını, onların bulundukları yere göre ve mertebeleri nispetinde, temin ederler. Onlara güler yüz gösterirler ve bağışlarda
bulunurlar. Fakat güzel cariyelerini ve kölelerini, hiç kimseye göstermezler. Eğer bir kimse padişahtan onların mahremi olmak ve onlarla beraber düşüp kalkmak isteğinde bulunursa padişah onun derhal başını kestirir. Ancak isterse, huyuna ve doğruluğuna güvendiği bir kimseyi, bunların mahremi yapar.

İnsanı ibadetten alıkoyan şeytanlar, periler gibi yaratıkları lahavle ve zikirle kovma mümkündür. Fakat, engel Allah olursa, O'nu hangi zikr ve lahavle uzaklaştırabilir? Bu bakımdan evliyayı bulmak ve onları tanımak, Allah'ı tanımaktan daha güçtür. Allah'ın velisini tanıyan bir insan, elbette Allah'ı tanır ve bilir. Bunun aksi imkânsızdır. Yani Allah'ı tanımakla, evliyayı tanımak lâzım gelmez. Birçok insanlar vardır ki Allah'ı tanıdıkları ve ona kulluk ettikleri halde Allah'ın velisini tanımıyor ve bilmiyorlar. Hattâ bu veliyi gördükleri zaman ona düşmanlık gösteriyor ve onu inkâr ediyorlar.

Mansur-u Hallâc'ı o asrın Şiblî ve Cüneyd gibi bilginleri ve velileri inkâr ettiler. Onu öldürmeğe karar kıldılar. Hepsi birleşerek onu asmak içir fetva verdiler. Sonunda da, bu kadar büyük, saygı değer ve eşsiz bir insanı astılar. Dar ağacından indirdikten sonra yanması için nâşını ateşe attılar. Alemde ondan bir eser
kalmaması için de yaktıktan sonra küllerini suya attılar. Her ne yaptılarsa yine "Enelhak!" (Ben Allah'ım) ibaresinin ateşte ve suda yazılmış olduğunu gördüler. Külü, Şatt-ı Bağdat üzerinde toplanarak "Ben Hakkım!" ibaresi nakşedilmiş bir halde görüldü. Bu kerameti gördükten sonra hepsi, yaptıklarına pişman oldular. O zamandan beri O'nun ismi, anılmadan hiçbir vaaz meclisi revnak bulmaz ve hararetlenmez. O'nu kıyamete kadar öveceklerdir.

Musa'nın ahvali de böyle idi. Musa, Allah tarafından halka gönderilmişti. Aynı zamanda Peygamberdi."Ulu Allah Musa'yı, vahyin en son mertebesi olan "kelâm" ile taltif etti. (Kur'an, Sûre:4, Âyet: 162.) O, bütün bu büyüklüğüne, bilgisine ve Allah'a olan bu kadar aşinalığına rağmen Hızır'a - O'na selâm olsun - talip oldu ve Allah'dan Hızır'la konuşmayı dua ederek diledi. Pek çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: "Sefer et ve benim o has kulumu ara ki ona eresin" hitabesiyle karşılık verdi. Musa, böylece hareket etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır'ı buldu. Gözü ve gönlü onun yüzü ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hasıl oldu. Bir bakışta o kadar hil'atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan tahayyül etmiştir. (H.). Hızır'ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl âşıktı! Bunları gördüğü ve tattığı zaman aşkının ne hale geldiğini sen kıyas et!

Beyit:
Seni, görmeden biz böyleyiz, eğer görünürsen vay bizim halimize!

Hızır buyurdu ki: "Ey Musa! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve artık geri dön. Bizim konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah saklasın! Bundan sana bir zarar gelebilir." Musa aşkının ve bağlılığının fazlalığından yine yalvardı. Bir zaman beraberce gezip dolaştılar. Bu sefer esnasında deniz kıyısında, o zaman asırlarca çalışsa benzerini kimsenin yapamıyacağı bir gemi buldu. Hızır böyle görülmemiş bir gemiyi harap etti, deldi. Tamamiyle işe yaramaz bir hale getirdi. Musa: "Bu türlü hareket etmen ve bu yaptığın iş doğru değildir. Çünkü bu hikmet ve şeriata aykırıdır. Bu yaptığının adalet
mihenginde, fazilet ve şeriat terazisinde karşılığı hiçtir" dedi. Hızır: "Sen benimle yapamazsın dememiş mi idim?" deyince, Musa kendine gelip: "Yaptığım yemini ve sözleşmeyi unuttum. Bu ilk günahımdır, bağışlanabilir." dedi. Ve Hızır'a o kadar yalvardı ki nihayet Hızır dayanamayıp Musa'nın bu suçunu bağışladı.
Tekrar bunun üzerinden bir müddet geçti. Dolaşmakta devam ederken bir adaya geldiler. Burada, şehrin çocukları arasında, yeryüzünde bundan daha güzeli bulunmayan, henüz çok küçük bir çocuk gördüler. Her ikisi birden hayretle: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne kadar güzeldir." (Kur'an Sûre 23, Müminûn Âyet:14." dediler. Sonra Hızır, bu çocuğu, diğer küçüklerin arasından okşıyarak ve gönlünü alarak ayırdı. Elinden tutup yürüdü. Musa şaşkınlık içinde uzaktan onu takibetti ve acaba Hızır bu çocuğu nereye ***ürüyor? diye düşündü. Hızır, insanların gözünden uzaklaşıp onu tenha bir yere ***ürdü ve hemen orada çocuğu ayakları altına alarak, kafasını kesti. Musa büyük bir isyanla: "Böyle günahsız ve masum bir çocuğu öldürmek doğru mudur?" diye bağırdı.
Hızır: "Benimle arkadaş olamazsın; sen benim yaptığım işlere dayanamazsın geri dön git dememiş mi idim?" deyince, Musa kendine gelerek: Hata ettim; unutkanlığım galip geldi" dedi. Hızır da: "Her zaman işlerimi inkâr ediyor, sonra da hata ettim diyorsun" buyurdu. Musa: "Allah için bu defa da bağışla, sünnette üç defaya kadardır. Eğer bir kere daha inkâr edecek olursam mazeretimi kabul etme" dedi.

Şiir:
Eğer bir defa daha benden muhalefet görürsen,
Benim âczime merhamet etme.

Hızır böylece ikinci günahı da, üçüncü günahta ayrılmak ve başka bir mazeret ve bahane kabul etmemek şartiyle bağışladı. Bundan sonra yine bir müddet arkadaşlık ettiler. Tesadüfen bu seferde yedi sekiz gün, yiyecek bulamadılar. Az daha açlıktan öleceklerdi. Şeriat, açlık halinde, murdar olan haram etin bile yenilmesine müsaade eder. Böyle bir zaruret içinde, iken, bir adaya geldiler. Kalabalık ve büyük bir şehirde bulunduklarını gördüler. Bu şehirde, birçok hazineleri bulunan çok zengin yetimler vardı; bunların oturdukları sarayın duvarı yıpranmış ve eğilmiş, yıkılmak ve harap olmak üzere idi. Hızır bu eğri duvarı doğrultup harap olan kısımlarını onardı. Musa bunu görünce, bu kadar talihsizlik, kısmetsizlik ve açlıktan sonra, yiyecek şeyler ve giymek için de gümüşlü hil'atlar geleceğini umdu. Hızır Musa'nın elini tuttu ve o sahilden başka bir yere doğru gitmek üzere ayrıldı. Musa'nın sabrı kalmamıştı, ve "Ey Hızır, biz açlıktan ölüyoruz; murdar ve haram olan şeyler bile artık bize helâl olmuştur. Sen, başka bir kimsenin tamir etmesine imkân olmıyan bir duvarı doğrultup tamir ettirdin. Ev sahipleri çok zengindi. Onlardan yaptığın işin karşılığı olarak, birkaç gün orada kalıp yeniden güç, kuvvet bulmamızı isteseydin veya bundan vazgeçtim hiç olmazsa yemek için bir parça ekmek isteseydin. Yaptığın bu hareket insafsızlıktır ve hiç kimse bunu doğru bulmaz." dedi. Hızır "Ey Musa işte üçüncü günahında tamam oldu, artık bir mazeretin kalmamıştır." Bu üçüncü günah, ayrılmamıza sebep oldu. Başlangıçta hep inkâr ettiğin bu üç işin sırrından seni haberdar edeyim ki benim yaptığım şeyleri inkâr değil, kabul etmek gerektiğini anlıyasın. Sen işi tamamen tersine yaptın. Gemiyi delmemin sebebi şu idi: O gemi fakirlerin, müminlerin ve iyi işler yapan kimselerin malı idi ve kâfirlerin onu, kendi ellerine geçirerek, müslüman kalelerine gidip müslümanların ve iyi insanları yok etmek düşüncesinde olduklarını sır gözü ile gördüm. Bunun için gemiyi harap ve işe yaramaz bir hale getirdim. O küçük çocuğu öldürmemin sebebi de şu idi: O çocuğun babası ve annesi mümin ve evliyadan idiler. O çocuğun cevheri kötü olduğundan kötü işler yapacak, annesini ve babasını din yolundan alıkoyacaktı. Kötülük ve dinsizlik yeryüzünden eksilsin, annesi babası dinsizlikten kurtulsunlar diye onu öldürdüm. Örneğin,
bir bahçıvan da faydalı ve iyi dalların kuvvetlenmesi için cılız ve faydasız dalları kesmez mi? Yetimlerin harap olmuş ve eğilmiş duvarını doğrultmamın ve tamir ettirmemin ve buna karşılık o kadar zaruret ve çaresizlik içinde bulunduğumuz halde onlardan ücret ve karşılık istemememin sebebine gelince: O çocukların babası ve annesi, Allah'ın has ve salih kullarından idiler. (Sûre: 18, Âyet: 81.) Müfessirler, onların yedinci cedlerinin salihlerinden olduğunu ileri sürerler. Bazı kimseler de "onların yetmişinci ceddi salihlerden idi" derler. Halk, ahiretin bütün hazinelerine sahip olan ve hazineler bağışlayan Hızır gibi bir
kimsenin, yedinci veya yetmişinci cedde karşı gereken saygıyı ve tazimi göstereceği, onların çocuklarına kimsenin elinden gelmiyen önemli bir hizmeti yaptıktan sonra, bu kadar zaruret ve ihtiyaç içinde bulunduğu halde, onlardan hizmetine bir karşılık ve ücret almayacağı inancındadır. Siz müflis, çaresiz ve
günahkâr olduğunuz halde yardıma muhtaçsınız. Bu durumda evliyanın çocuklarına nasıl hizmet etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz" dedi.

Tebriz'de bir alevi pazarda kendinden geçmiş bir halde yere yığılmış,kusmuş, yüzü, sakalı salyaya ve toprağa bulaşmıştı. Dindar, büyük bir hoca, bu hali görünce küfrederek yüzüne tükürdü. O günün gecesi bu hoca Peygamberi rüyasında gördü. Peygamber gazapla: "Senin benden olduğunu iddia ediyorsun ve bana tâbi olduğun için cennete gitmeyi umuyorsun da, beni pazarda salyalarla bulaşmış olarak gördüğün zaman niçin evine ***ürmedin, beni okşamedm ve yüzüme, sakalıma bulaşan pislikten temizlemedin? Köleler efendilerine hizmet ederler, sen ise bana bunların hiçbirini yapmadın. Yüzüme tükürmene gönlün nasıl razı oldu?" dedi. Hoca içinden kendi kendine: "Ben Peygamber'e bunu ne zaman yaptım?" diye geçirdi. Peygamber, derhal ona: "Benim çocuklarımın bizzat "ben" olduklarını bilmiyor musun? Bizim çocuklarımız bizim ciğerlerimizdir (H.), Eğer böyle olmasaydı babanın malı oğluna kalır mıydı?" cevabını
verdi. Hoca, Muhammed'in heybetinden, dehşetinden uyandıktan sonra o alevîyi aradı ve buldu. Kendi sarayını, malını ve mülkünü yarısını ona verdi; yaşadığı müddetçe daima alevinin hizmetine bel bağladı.Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Musa'ya anlattı ve birbirinden ayrıldılar.

Bu anlamı kuvvetlendirmek için rivayet ederler ki, bir veli başka bir veliye:" Ulu Allah bende her gün yedi defa tecelli ediyor" dedi ve o veli de ona: "Eğer insansan git ve Ebayazid'i bir defa gör!" cevabını verdi. Aralarındaki bu münakaşa uzadı. Her ne zaman bu, "Ben Allah'ı günde yetmiş defa görüyorum." derse,
o da: "Eğer insansan git Ebayazid'i bir defa gör," cevabını verirdi. Macera uzayınca bu saf sofi Ebayazid'e gitmeğe karar verdi. Ebayazid, bir ormandaydı. Sofînin hizmetine geldiğini kerametle anladı ve sofiyi karşılamak üzere ormandan çıktı. Onların karşılaşması ormanın yanında olacaktı. Fakat sofi, Ebayazid'e bakıp onun mübarek yüzünü görünce, tahammül edemedi, derhal vücut kalıbını boş bırakarak bu dünyadan öbür dünyaya göçtü.

Şimdi esas meseleye gelelim: Orman, Ebayazid'in içi ve ormanın ağaçları, onun kalbinde bulunan fikirleri, ilmi ve makamı idi. Sofî Ebayazid'in içi olan ormana, nasıl girebilirdi? İşte Ebayazid bunun için ormandan dışarı çıkıp sofiye doğru gitti. Akıllı bir insan, bir çocukla konuşurken, kendi bilgi ve akıl ormanından çıkar, çocuğa doğru gelir ve anlıyabilmesi için de çocuğun aklı ölçüsünde konuşur. Çünkü insanlara akılları nisbetinde söz söylemek
lâzımdır. O sofi, Allah'ı kendi anlayış, kavrayış ve kudreti nisbetinde gördü. Allah'ın nuru ve tecellisi Ebayazid'in kuvveti nisbetinde ona çarpınca dayanamadı ve öldü.

Cebrail'de Allah'ın tecellisi vardı. Belki onun içinde yetişmişti. Onunla meşguldü. Ondan başka işi yoktu. Denizin içinde bulunan bir balık gibi o, her zaman vuslat denizinin içinde idi. Muhammed'i Allah'ı göstermek için Mi'raca ***ürdü. Cebrail kendi makamına geldiğinde durdu ve daha ileri gidemedi. Bunun
üzerine Mustafa (Allah'ın selâmı O'nun üzerine olsun) ona: "Gel! Niçin durdun?" diye buyurunca Cebrail: "Bu makamdan ileri gitmek sana mahsustur. Eğer bir parmak daha fazla yaklaşırsam yanarım. (Sûre:37,Âyet: 164) cevabını verdi. Ondan sonra Peygamber (Allah'ın selâmı, onun üzerine olsun) yoluna devam etti ve Hazret-i Hakkın cemalini Kur'an'da: Onun gözü, kaymadı, dönmedi (Sûre:53, Ayet: 17) buyurulduğu gibi, hiçbir görüş hatası olmadan, "baş gözüyle" gördü. Allah'ı gören her kimse, O'nu, ancak kendi kavrayışının kudreti nisbetinde görebilir. Karıncadan Süleyman'a varıncaya kadar hepsini Allah besler. Hepsinin varlığı ve canlılığı tamamen Allah'ın tecellisindendir; fakat bu iki tecelli arasında fark vardır. Süleyman'a olan tecelli nerede! Karıncaya olan tecelli nerede!

Meselâ, bir efendinin biri beş yaşında biri on yaşında, biri yirmi yaşında, biri otuz yaşında ve böylece ta kırk ve elli yaşında olmak üzere beş kölesi olsa, bunların hepsi akılları başında büyük ve aynı yaşta olsalar bile, akıl bakımından bir olmayıp, muhakkak ki birinin akıl ve kifayeti öbürüne nazaran daha az, diğerlerinkinden daha fazla olabilir. O efendi, her biriyle aklının derecesi nisbetinde konuşur, görüşür; fakat bunların en büyüğü ve akıllısıyla konuştuğu, görüştüğü gibi en küçüğü ve akılsızıyla konuşursa, en küçüğü anlamaz. Tahammül edemez.

Mesel:
Ey ruhu dinlendiren kimse!
Esvabı insanın vücuduna göre ölçer biçerler.

Bunun gibi, evliya ve müminlere Hakkın tecellisi de, onların Allah'ın indindeki mertebeleri nisbetindedir. Allah'ın nuru, onlar üzerlerine tahammül edebildikleri kadar iner. Bir insan ateşe kavuşmak ve ondan faydalanmak isterse, hamamı ateşle kızdırır ve hamam vasıtasiyle ateşin vuslatından istifade eder. Eğer doğrudan doğruya kendisini ateşe atarsa tabiatiyle yanar. Kemale eren Allah adamları, semender gibi ateş içinde ve balık gibi suda yaşayabilirler; fakat diğer müminler ve gerçeği arayanlar doğrudan doğruya ateşten faydalanacak güce sahip değillerdir. Bununla söylemek istediğimiz şudur ki: Kemale ermiş olan Allah adamlarının yüzünü görmen, doğrudan doğruya Allah'ı görmekten daha güç olmaktadır. Yalnız bu, "Evliya ve Allah ayrı gayrıdır" demek de değildir. Böyle düşünmek bile yanlış ve küfürdür. Bu, "Onların Allah'ı gördükleri kuvvet ve kudret, sizde yoktur." demektir. Kemale ermiş olan Allah adamını arayıp onun gördüğü gibi görürsünüz.

MAÂRİF-İ HAZRET-İ SULTAN VELED