Doðruluk, peygamberliðin mihveridir. Peygamberlik, doðruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberin aðzýndan çýkan her þey tasdik edalýdýr. Çünkü onlar, hilâf-ý vaki hiçbir beyanda bulunmazlar. Kur'ân-ý Kerim bazý peygamberlerin büyüklüðünü anlatýrken, bize onlarýn bu vasýflarýndan söz eder: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً "Kitab'ta Ýbrahim'i de an. O dosdoðru (sýddîk) bir nebiydi."[1]

Yani sen o büyük peygamber olan Ýbrahim'i (aleyhisselâm) Levh-i Mahfuz'da veya onun sabit hakikati ve istinsahý olan Kur'ân'da hatýrla ki, o, özü sözü, davranýþlarý, düþüncesi dosdoðru bir nebiydi.

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِيّاً
"Kitab'ta Ýsmail'i de an, O sözünde dosdoðruydu.. resûl ve nebiydi."[2]

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً * وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِيّاً
"Kitab'ta Ýdris'i de an. O dosdoðru bir nebiydi. Onu yüksek makamlara yücelttik."[3]

Hz. Yusuf'a (aleyhisselâm) hapishane arkadaþýnýn hitabýný Kur'ân naklederken, yine ayný vasýftan bahsetmektedir: يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ "Ey özü sözü doðru Yusuf!"[4]

Onlar nasýl doðrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (celle celâluhu) sýradan insanlarýn dahi doðru olmalarýný istiyor ve Kur'ân'da doðru olanlarý tebcil ediyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doðrularla beraber olun."[5]

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أُولَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
"Gerçek mü'minler, ancak Allah ve Resûlü'ne iman eden, ondan asla þüpheye düþmeyen, Allah yolunda mallarýyla ve canlarýyla savaþanlardýr. Ýþte doðrular ancak onlardýr."[6]

A. Sadýklar Övgüye Lâyýktýr

Ve sözünün eri sadýklar Kur'ân'da tebcil edilir: مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var ki, iþte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canýný vermiþtir; kimi de (þehitliði) beklemektedir. Onlar hiçbir þekilde (sözlerini) deðiþtirmemiþlerdir."[7]

Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum:

Enes b. Mâlik –ki Allah Resûlü'nün hizmetkârýdýr. Efendi*miz Medine'ye teþrif edince, annesi, henüz sekiz-on yaþlarýnda olan Enes'in elinden tutup onu Allah Resûlü'ne getirmiþ ve "Yâ Resûlallah! Oðlum hayatý boyunca sana hizmet etsin." demiþ ve Enes'i orada býrakýp gitmiþti[8]– iþte bu Enes b. Mâlik, "Bu âyette kastedilen þahýs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir." der.[9]

Enes b. Nadr, Akabe'de Allah Resûlü'nü görünce O'na büyülenmiþ gibi baðlanmýþ ve delicesine sevmiþti. Fakat her nasýlsa Bedir'de bulunamamýþtý. Hâlbuki Bedr'in ayrý bir yeri vardý. Hatta Bedir'de bulunanlar ashab arasýnda nasýl seçkinse, Bedir'e iþtirak eden melekler de gök ehli tarafýndan öyle seçkin görülürdü. Bu, Bedir'de bizzat bulunmuþ ve meleklere kumandanlýk yapmýþ Cibril'in sözüydü.[10] Gel gör ki Enes b. Nadr bu fýrsatý kaçýrmýþtý ve yanýp yakýlýyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi derdini Allah Resûlü'ne þerh etti: "Yâ Resûlallah, eðer bir daha onlarla karþýlaþmak nasip olursa, iþte o zaman kâfirlerin benden çekecekleri var." Enes'in bu içten duasý kabul olmuþ ve Uhud'da küffarla karþý karþýya gelmiþti...

Uhud.. Uhud deyince insanýn içi burkulur. Çünkü orada yetmiþ sahabe þehit edilmiþtir. Kim bilir, belki de Uhud'daki bu acý hatýradan ötürü ona bir isnadda bulunuruz diye, Allah Resûlü bir gerçeði ifadenin yanýnda, buna önlem almýþ ve bir gün Uhud'un yanýndan geçerken: أُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ "Uhud öyle bir dað ki, o bizi sever biz de onu severiz." buyurmuþtur.[11]

Uhud sarp bir daðdýr. Fakat Uhud savaþý o daðdan da sarp cereyan etmiþtir. Her nasýlsa sahabe geçici olarak nöbet yerini istenen þekilde koruyamamýþ, hatta mevziini deðiþtirmiþ ve böylece Allah Resûlü'nün gösterdiði tabyanýn dýþýna çýkmýþtý. Evet, bu sadece bir strateji ve bir tabye aramaydý. Bu itibarla da buna bozgun demek doðru deðildir. Bizim sahabeye karþý olan saygý anlayýþýmýz da bu çizgidedir.

Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmýþ, mübarek diþi kýrýlmýþ, miðferi yüzüne batmýþ ve vücudu kan revan içinde kalmýþtý. Ama her þeye raðmen O maðfiret ve rahmet peygamberi, ellerini açmýþ, dua dua yalvarmýþ ve: اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ "Allahým! Kavmimi baðýþla; çünkü onlar bilmiyorlar." buyurmuþtu.[12]

Enes b. Nadr oradan oraya koþuyor ve bir sene önce Allah Resûlü'ne verdiði sözü yerine getirmeye çalýþýyordu. Çalýþýyordu ama, o da çoklarý gibi sona doðru bir noktada dolaþýyordu. Evet, vücudu delik deþik olmuþ, son anlarýný yaþýyordu. Dudaklarýnda son tebessüm, yanýna yaklaþan Sa'd b. Muaz'a þu sözleri söylüyordu: "Resûlullah'a benden selâm söyle. Vallahi þu anda Uhud'un arkasýndan Cennet kokularýný duyuyorum."[13]

O gün nice þehitleri tanýmak mümkün olmamýþtý. Hamza tanýnamamýþ, Mus'ab b. Umeyr bilinememiþ, Abdullah b. Cahþ'ýn vücudunun parçalarý bir araya getirilince ancak hakkýnda "Odur." diye hüküm verilebilmiþti. Enes b. Nadr da ayný durumdaydý. Kýzkardeþi gelmiþ, kýlýcý tutan eline –ki ihtimal tek oradan yara almamýþtý– bakýp onu tanýmýþ ve gözleri dolu dolu, "Bu, Enes b. Nadr, yâ Resûlallah!" diyebilmiþti.[14]

Ýþte âyet, bu civanmerdi anlatýyordu. O, verdiði sözde durdu. "Ölesiye savaþacaðým." dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancý çýkaramadý.

Âyetin onu anlatmasý, onun, inananlara da bir örnek olmasý içindir. Evet, "Lâ ilâhe illallah" dedikten sonra, her fert bu denli o kelimenin muhtevasýna sadýk kalmalýdýr ki, din harap, iman serâp, þeâir de pâyimâl olmasýn...

Enes b. Nadr ve Enes b. Nadrlar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoðru olduklarýný ispatladýlar. Çünkü onlar derslerini, Kâinatýn Efendisi Muhammedü'l-Emîn'den almýþlardý. O nasýl doðru ve emindi, dostlarý da ayný þekilde doðru ve emindiler...

B. Cahiliye O'nu "Emîn" Tanýmýþtý

Mekkeli O'na mücerret adýyla deðil, ismine "el-Emîn" sýfatýný ekliyor ve öyle hitap ediyordu.. evet, O bu sýfatýyla meþhurdu. Ne mutlu bizlere ki, bizler de sabah akþam söylenmesi müstahsen olan bir virdde O'nu böyle anýyor ve لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلأَمِينُ diyoruz.

Kâbe tamir edilmiþ ve Hacerü'l-Esved'in (Biz Es'ad: Mutlu Taþ diyelim) tekrar eski yerine konulmasý büyük bir mesele hâline gelmiþti. Kabileler kýlýçlarýný yarýya kadar sýyýrmýþ ve herkes bu þerefin kendine ait olmasýný istiyordu. Sonunda þöyle bir karara vardýlar. Kâbe'ye ilk girenin hakemliðini kabul edeceklerdir. Herkes merakla bekliyordu.. ve tabiî, Allah Resûlü'nün hiçbir þeyden haberi yoktu. O'nun dosta-düþmana güven telkin eden gül yüzü görününce, oradakiler sevinçlerinden havaya zýplayýp "Emîn" geliyor, dediler ve O'nun hükmüne kayýtsýz þartsýz razý olacaklarýný söylediler...[15]

Zira O'na güvenleri tamdý. Allah Resûlü o gün henüz peygamber olarak vazifelendirilmemiþti ama herkesin itimat edeceði bir insandý ve bir peygambere ait bütün vasýflarý üzerinde taþýyordu.

Evet, fazilet odur ki, düþmanlar dahi kabul ve tasdik etsin. Ýþte, –o güne göre– Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en azýlý düþmaný Ebû Süfyan'ýn, O'nun doðruluðunu tasdiki:

Allah Resûlü etraftaki hükümdarlara nâmeler gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de, Roma imparatoru Hirakl'e (Hiraklius) göndermiþti. Hirakl, mektubu baþtan sona okudu. O sýrada Þam bölgesinde bulunan Ebû Süfyan'ý çaðýrttý ve aralarýnda þu þekilde bir muhavere cereyan etti:

– O'na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi fakirler mi?
– Fakirler.
– Hiç O'na inananlardan dönenler oldu mu?
– Þimdiye kadar hayýr.
– Artýyorlar mý, eksiliyorlar mý?
– Her geçen gün biraz daha artýp çoðalýyorlar.
– Hayatýnda hiç yalan söylediðini duydunuz mu?
– Hayýr, O'nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadýk.

Ve iþte mektubun tesirinden sonra, henüz Müslümanlarýn en amansýz düþmaný olan Ebû Süfyan'dan aldýðý bu cevaplarla çarpýlan Hirakl, kendini tutamayarak þöyle dedi:

– Bir insanýn bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçýnýp da Allah'a karþý yalan söylemesi düþünülemez.[16]

Sadece mevzumuzla alâkalý yönünü aktarmak için çok kýsa temas ettiðimiz bu hâdisede, Allah Resûlü'nün doðruluðuna iki delil vardýr. Birincisi, Bizans Ýmparatoru Hirakl'dir ki, yukarýda kaydettiðimiz sözü söylemiþtir. Ýkincisi ise, o gün için henüz Ýslâm'la þereflenmemiþ Ebû Süfyan'ýn verdiði cevaptýr ki, Allah Resûlü'nün doðruluðunu kabullenip tasdik etmiþtir. Ne var ki, Hirakl, makam ve mansýp sevdasýný aþýp, ayaðýnýn dibine kadar gelmiþ bir hakikî ve ebedî mülkü elde edememiþ; Müslüman olup bahtiyarlar zümresine girememiþti. Buna raðmen Allah Resûlü'nün risaletini kabul edip saygýlý davranmasý, onun namýna bir basiret jesti, bizim hesabýmýza da sevindirici bir itiraf olmuþtur.. Resûlullah'ýn sýdk u sadakatini itiraf.

Esasen, Hirakl'in söyledikleri çok derindir. Evet, kýrk yaþýna kadar sýradan insanlara karþý dahi, þakacýktan olsun yalan söylemeyen bir insan, ölüm koridoruna girdiði bir devrede, hem de Allah'a karþý yalan söylemesi nasýl mümkün görülebilir ki..?

Yâsir henüz Müslüman olmamýþtý. Oðlu Ammar'a nereye gittiðini sordu. Ammar: Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanýna.

Bu cevap Yâsir'e yetmiþti.

– O emin bir insandýr. Mekkeli O'nu böyle tanýr. Eðer O, peygamber olduðunu söylüyorsa doðrudur. Çünkü O'nun yalan söylediðini kimse duymamýþtýr...

Bu sözler, bu kabullenmeler, sadece birkaç kiþiye mahsus deðildi.. ýþýk çaðý ve ona takaddüm eden yýllarda, O'nu tanýyan hemen herkes, hem de ittifakla O'nun doðruluðunu tasdik ediyordu.

C. Hep Doðruluk Tavsiye Etmiþti

O hep doðru olarak yaþadýðý gibi ümmetine de daima doðruluðu tavsiye etmiþtir. Teberrüken bunlardan birkaçýný burada zikretmek istiyorum:

اِضْمَنُوا لِي سِتًّا مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَضْمَنْ لَكُمُ الْجَنَّةَ: اُصْدُقُوا إِذَا حَدَّثْتُمْ، وَأَوْفُوا إِذَا وَعَدْتُمْ، وَأَدُّوا إِذَا اُؤْتُمِنْتُمْ، وَاحْفَظُوا فُرُوجَكُمْ، وَغُضُّوا أَبْصَارَكُمْ، وَكُفُّوا أَيْدِيَكُمْ
"Bana þu altý þey hakkýnda tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet'i tekeffül edeyim:

– Konuþtuðunuz zaman doðru konuþun!
– Vaadettiðiniz zaman yerine getirin!
– Emanette 'emin' olun!
– Apýþaranýzý koruyun!
– Gözlerinizi harama yumun!
– Ellerinizi haramdan uzak tutun."[17]

Evet, O hep ok gibi doðru yaþamýþ, doðruluðu tavsiye buyurmuþ ve o kendine has doðrulukla âdeta imkân-vücub arasý bir noktaya ulaþmýþtý. Öyle bir noktaya ki, onun ötesinde sadece ve sadece Allah sýdký vardýr. Yani Allah Resûlü, doðrulukta da قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى [18] ufkunda seyrediyordu. Evet O, bir yönüyle imkân dairesindeydi; ancak bir baþka yönüyle imkân âlemini aþmýþtý. Miraç münasebetiyle Kadý Iyâz'ýn dediði gibi O, bir yere geldi ki, ayaðýný nereye basacaðýný þaþýrdý. O'na "Bir ayaðýný diðerinin üzerine koy." dendi. Elbette O, her hususta bir beþerdi. Fakat doðruluk O'nu iþte böyle bir seviyeye yükseltmiþti. O, bize de ayný tavsiyede bulunmakta ve: "Doðru söylemeye söz verin, hayatýnýza yalan karýþtýrmayýn, ben de size Cennet'i söz vereyim." demektedir.

Baþka bir hadislerinde de þöyle buyururlar: دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الْكَذِبَ رِيبَةٌ "Ýçinde kuþku uyaran þeyleri býrak, terket (kuþkusuz bir iklimde yaþa). Doðruluk insanýn içinde itminan ve oturaklaþma hâsýl eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantýdýr."[19]

Yine buyuruyor: تَحَرَّوا الصِّدْقَ وَإِنْ رَأَيْتُمْ أَنَّ فِيهِ الْهَلَكَةَ فَإِنَّ فِيهِ النَّجَاةَ "Daima doðruluðu araþtýrýn! Doðrulukta helâkinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluþunuz vardýr."[20]

Baþka bir hadiste de þöyle ferman eder:

عَلَيْكُمْ بِالصِّدْقِ، فَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ. وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَصْدُقُ وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ صِدِّيقاً. وَإِيَّاكُمْ وَالْكَذِبَ، فَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ، وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يُكَذِّبُ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ كَذَّاباً
"Doðruluktan ayrýlmayýnýz. Doðruluk sizi birr'e, o da sizi Cennet'e ulaþtýrýr. Kiþi doðru olur ve daima doðruyu araþtýrýrsa Allah katýnda sýddýklardan yazýlýr.

Yalandan sakýnýn. Yalan insaný fücura (günaha), o da Ce*hen*nem'e ***ürür. Kiþi durmadan yalan söyler ve yalan araþtýrýrsa Allah katýnda yalancýlardan yazýlýr."[21]

Kurtuluþ ve necat doðruluktadýr. Ýnsan doðrulukla ölse bile bir kere ölür; hâlbuki her yalan ayrý bir ölümdür.

Kâ'b b. Mâlik (radýyallâhu anh): "Ben doðruluðumla kurtuldum." der. Evet, doðruluk deyince O'nu hatýrlamamak mümkün deðildir.

Kâ'b b. Mâlik, kýlýcý kadar sözü, sözü kadar da kýlýcý keskin bir insandý. Þairdi. Þiirleriyle kâfirlerin moral dünyalarýný alt-üst edebilirdi…

Akabe'de gelip Allah Resûlü'ne biat etmiþti. Dolayýsýyla da Medine'nin ilklerindendi. Fakat Tebuk seferine katýlamamýþtý. Tebuk zorlu bir savaþtý. Bu savaþta bir avuç insan koskoca Roma imparatorluðunun ordularýyla yaka-paça olacaktý. Hem de çölün o kavurucu ve bitirici sýcaðýnda. O düþünceyle gidildi.. o civanmertlik gösterildi.. o sevap alýndý ama o korkunç muharebe sadece düþüncelerde kaldý.

Allah Resûlü, bütün askerî harekâtlarýný gizli tutarken bu defa açýk gitmiþ ve herkesi açýktan davet etmiþti. Ýþte, böyle açýk bir davete raðmen Kâ'b, bu sefere iþtirak edememiþti.

Þimdi siyer kitaplarýndan, kendi serencamesini kendi aðzýndan icmal ederek anlatalým:

"Herkes muharebeye davet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktý. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldý. Böyle olacaðý bildirilmiþ veya bildirilmemiþti ama, Allah Resûlü bu muharebeye ayrý bir ehemmiyet veriyordu.

Herkes gibi ben de hazýrlýklarýmý tamamladým. Hatta o güne kadar hiç bir harbe bu kadar iyi hazýrlanmamýþtým. Ýki Cihan Serveri hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasýl olsa onlara yetiþirim, diye beraber çýkmadým. Hiç de bir iþim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alýkoyuyordu. Bugün-yarýn-öbür gün, derken günler gelip geçiverdi. Artýk Allah Resûlü'ne yetiþmem mümkün deðildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saati günler süren bir bekleyiþle bekledim.

Nihayet, Allah Resûlü'nün seferden dönüþü her yandan duyulmaya baþladý. Zaten her defasýnda öyle olurdu. Medine, O'nun dönüþüne yakýn yeniden bir kere daha canlanýrdý. Ýþte þimdi yine herkesin yüzünde bir beþaþet vardý; Allah Resûlü dönüyordu...

Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine'ye avdet etti. Efendimiz de mutadý olduðu üzere evvelâ mescide uðrayýp iki rekât namaz kýlmýþ ve halkla görüþmeye baþlamýþtý. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iþtirak etmeyenler de özür beyanýnda bulunuyorlardý. Benim durumumda olanlardan da çoðu mazeret bildirmiþ ve Allah Resûlü tarafýndan mazeretleri kabul edilmiþti. Ben de ayný þeyi yapabilirdim. Zira, içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama, nasýl olur da hiçbir mazaretim olmadýðý hâlde Allah Resûlü'ne yalan söyleyebilirdim. Yapmadým, yapamadým. Karþýlaþtýðýmýzda, Ýki Cihan Serveri kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karþýladý beni. Ve 'Neredeydin?' dedi. Durumumu olduðu gibi eksiksiz anlattým. Baþýný çevirdi ve dil ucuyla: 'Kalk git!' dedi.

Dýþarý çýktým. Kavmim etrafýmý sardý: 'Sen de bir mazeret söyle, kurtul!' dediler. Dedikleri bir aralýk kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: 'Benim durumumda olan baþkalarý var mý?' 'Var.' dediler ve iki isim söylediler. Ýkisi de Bedir'e iþtirak etmiþ namlý, þanlý sahabeler arasýnda bulunuyorlardý: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet, onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doðruyu söylemiþler ve benim durumuma düþmüþlerdi. –Estaðfirullah– intizar koridoruna girmiþlerdi. Benim için kendilerine ittiba edilecek insanlardý ikisi de.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim.

Üçümüz hakkýnda bir emir yayýnlandý. Artýk hiçbir Müslüman bizimle görüþüp, konuþmayacaktý. Diðer iki arkadaþým evlerine kapanýp, durmadan gece gündüz aðlýyorlardý. Ben, aralarýnda en genç ve kuvvetli olandým. Sokaða, çarþýya, pazara çýkýyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuþmuyordu. Vaktimin çoðunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü'nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediðim oluyordu.. heyhât ki, her gün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakýp tebessüm etmemiþti. Selâm veriyordum; acaba dudaklarý kýmýldayacak mý diye gözlerimi dudaklarýna dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kýmýldama olmuyordu.

Çok defa namaz kýlarken gözümün ucuyla O'na bakýyordum. Namaza baþladýðýmda bana bakýyordu. Fakat namazýmý bitirince hemen benden gözünü kaçýrýyordu. Tam elli gün böyle geçecekti. Bütün insanlar ve bulunduðum yer bana öylesine yabancýlaþmýþtý ki, kendimi yabancý bir ülkede zannetmeye baþladým.

Bir gün Ebû Katâde –ki amcamýn oðluydu, onu çok severdim, o da beni caný kadar severdi– onun bahçesinin duvarýndan atlayarak yanýna sokuldum. Selâm verdim, selâmýmý almadý. Sordum: 'Allah için söyle, benim Allah ve Resûlü'nü sevdiðime inanmýyor musun?' O hiç cevap vermedi. Sözümü üç defa tekrar ettim. Üçüncüsünde de: 'Allah ve Resûlü bilir.' dedi ve yanýmdan ayrýldý. Dünya baþýma yýkýlmýþtý. Ebû Katâde'den bu sözü hiç beklemiyordum. Gözlerim doldu ve hýçkýra hýçkýra aðladým.

Yine bir gün Medine sokaklarýnda yapayalnýz dolaþýrken; sokaklarda bir adamýn beni soruþturduðunu duydum. Sorduðu þahýslar iþaretle beni göstermiþlerdi. Adam yanýma geldi, elinde de bir mektup vardý. Mektup bana aitti. Gassân Meliki'nden geliyordu. Melik beni, kendi memleketine davet ediyordu. Mektubunda: 'Ýþittim ki sahibin seni yalnýz býrakmýþ.. bize gel; senin gibilerin bizim nezdimizde kadri yüksektir...' gibi sözler ediyordu. "Bu da bir imtihan." dedim ve mektubu yýrtarak ateþe attým.

Kýrkýncý gündü. Allah Resûlü bir adam göndermiþti. Gelen þahýs bizim, hanýmlarýmýzdan uzak durmamýz gerektiðini söylüyordu. 'Boþayayým mý, ne yapayým?' dedim. –Ah vefasýna kurban olduðum insan!– 'Sadece uzak dur!' dedi ve gitti. Hanýmýma kendi evlerine gitmesini söyledim. Bu arada Hilâl'in hanýmý gidip, hizmet etmek kaydýyla izin istemiþti. Hilâl yaþlý bir insandý. Kendi iþini göremiyordu. Ve Allah Resûlü onun hanýmýna izin vermiþti. Bazýlarý benim de ayný þekilde izin almamý istediler. Fakat kabul etmedim. Zira, Allah Resûlü'nün böyle bir teklifi nasýl karþýlayacaðýný bilemiyordum.

Derken bir müddet de böyle geçmiþ ve tam elli gün dolmuþtu. Artýk dayanamaz hâle gelmiþtim. Dünyam kararmýþ ve kabir kadar daralmýþtý. Her zaman yaptýðým gibi evimin damýnda sabah namazýný kýlmýþ, oturuyordum. Birisinin yüksek sesle ismimi söylediðini duydum. Ses: 'Müjde Kâ'b!' diyordu. Ýþi anlamýþtým. Hemen secdeye kapandým. O gün sabah namazýndan sonra Allah Resûlü affýmýzý ilân etmiþti. Mescide koþtum, herkes ayaða kalkmýþ beni tebrik ediyordu. Talha boynuma sarýldý, yüzümü, gözümü öpüyordu. Sanki yeniden bir Akabe yaþýyordum. Allah Resûlü'nün huzuruna gelip elini tuttum. O da benim elimi tutmuþtu. –O anda Cennet'le müjdelenseydi dahi zannediyorum bu kadar sevinmeyecekti– Allah Resûlü: 'Allah sizi affetti.' buyurdular. Ve hakkýmýzda inen þu âyeti okudular:

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لاَ مَلْجَأَ مِنَ اللّٰه إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
"Ve (Allah o tevbeleri) geri býrakýlan üç kiþinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, geniþliðine raðmen onlara dar gelmiþ, vicdanlarý kendilerini sýktýkça sýkmýþtý. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sýðýnmaktan baþka çare olmadýðýný anlamýþlardý. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onlarýn tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb'dýr, Rahîm'dir."[22]

O bu âyeti okuduktan sonra Resûlullah'a hitaben, 'Yâ Resûlallah! Ben doðrulukla kurtuldum.. bundan böyle ömrüm oldukça da doðrudan baþka bir þey söylemeyeceðime, söz veriyorum.' dedim."[23]

Evet, peygamberlik hakikati, sýdk dediðimiz, doðruluk çarký ve esasý üzerine durur. Her peygamber doðru söyler. Ve öyle olmasý da zarurîdir. Zira, gayb âleminden emirler getirerek insanlýða teblið eden bu þahýslardan herhangi birinde küçücük bir yanýlma veya yanlýþlýk olsa, her þey altüst olur. Ýnsanlýk adýna öðrenmemiz gerekli olan bütün hakikatler, bize onlar vasýtasýyla intikal etmektedir. Bu ise zerre kadar yanýlgýya tahammülü olmayan çok hassas bir konudur. Onun içindir ki Cenâb-ý Hak, bu mevzuda þöyle buyurur:

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ * لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ * ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ * فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
"Eðer (peygamber) bize atfen bazý sözler uydurmuþ olsaydý, elbette O'nu kuvvetle yakalar; sonra da O'nun can damarýný koparýrdýk (O'nu yaþatmazdýk). Sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdý."[24]

O, ilâhî emir ve nehiyler karþýsýnda gassalýn elinde bir meyyit gibiydi. Vahiy, O'nu istediði tarafa evirir-çevirir, O da hep o istikameti kollardý. Kurbiyet kazanýp en son noktayý elde ettiði anda dahi O, bu hassasiyetinden hiçbir þey kaybetmemiþti.. kaybetmek bir yana daha da derinleþmiþ ve âdeta eriþilmez bir duyarlýlýk kazanmýþtý.

D. Sözünün Eriydi

Kýrk yaþýna kadar O'nun hilâf-ý vaki bir söz söylediðini veya sözünde durmadýðýný bir kimse ne görmüþ ne de duymuþtu. Daha sonra sahabe olma þerefine eren bir zat diyor ki: "Cahiliye devrinde Allah Resûlü'yle bir yerde buluþmak üzere anlaþmýþtýk." Yukarýda da arz ettim, cahiliye, yaþadýðý devrin adýdýr. Yoksa O gönlü apaydýn insan hiçbir zaman cahiliye devri yaþamamýþtýr. O hep resûllere has bir hayat çizgisi takip etmiþtir. Fakat, diyor bu sahabi: "Ben verdiðim sözü unuttum. Üç gün sonra hatýrladýðýmda koþarak anlaþtýðým yere gittim.. baktým ki Allah Resûlü orada bekliyor. Bana ne kýzdý ne de darýldý. Sadece: "Ey genç! Bana meþakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum." dedi.[25]

E. Söyledikleri O'nu Tasdik Etmektedir

O, doðuþtan Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. Onun için, peygamberliðinden sonra da ne dediyse herkes gönülden inandý ve tasdik etti. Evet, topyekün cihan O'na: "Doðru söylüyorsun yâ Resûlallah!" diye tasdike koþtu. Deðil sadece insanlar, mucizeler diliyle, her bir nevi kendi adýna temsilci gönderdi. Âdeta O'na biat etti.

Burada bir parantez açýp þunlarý söylemekte fayda mülâhaza ediyorum: Kur'ân'ýn ve Efendimiz'in nurlu beyanlarý, Cenâb-ý Hakk'ýn zât, sýfât ve esmâsý arasýndaki münasebete riayet keyfiyetiyle öyle üstün bir dereceye sahiptir ki, ne felsefecilerin akýl yoluyla, ne evliyânýn kalb ayaðýyla, ne de asfiyânýn ruh buuduyla o seviyede bir anlayýþ ve beyana ulaþmalarý mümkün olmamýþtýr ve olmayacaktýr da.

Ancak, bu müterakki ruhlarýn, melekleþmeye doðru týrmanýþlarý, neticede hep þunu göstermiþ ve gösterecektir ki, onlar gidecek; gidecek ve gittikleri yerin sonunda hep Kur'ân'ýn ve Allah Resûlü'nün beyanlarýnýn doðruluk ve hakkaniyetini anlayacak.. Resûlullah'ýn söylediklerini keþif ve müþâhede ile zevk edeceklerdir.

Evet, bugün O'nun, ulûhiyete ait söylediði bütün sözler, o mevzuun ehilleri tarafýndan da tasdik görmekte ve birer esas olarak kabul edilmektedir. Hatta ulûhiyete, haþr u neþir ve kadere dair incelerden ince öyle meselelerden söz etmiþtir ki, –hem de mevzular arasý muvazeneyi koruyarak– deðil öncekiler ve sonrakilerin akýllarýnýn ermesi; O'nun aydýnlýk beyanlarýný "yok" farz ettiðimiz takdirde, bu hususlarda bir tek kelime söylemeleri mümkün olmayacaktýr.

Hz. Ömer ve Amr b. Ahtab (radýyallâhu anhumâ) anlatýyor: "Bir gün Allah Resûlü sabah namazýndan sonra minbere çýktý. Konuþtu, konuþtu, konuþtu... Öðle ezaný okundu, namazý kýldýrýp tekrar çýktý ve ikindi oluncaya kadar konuþtu. Ýkindi namazýný eda ettikten sonra konuþmaya baþladý, konuþmasý akþama kadar sürdü. Neler konuþtu, neler anlattý? Hepsini ihata zor ama, o güne kadar söylenmeyen her meseleye temas etmiþti denebilir. Evet, ilk hilkattan baþlamýþ, varlýðýn baðrýna ilk hilkat tohumunun atýlýþýný anlatmýþ, kâinatýn teþekkülünden, insanýn yaratýlmasýna kadar bütün yaratýlýþa ait devreleri bir bir sýralamýþ.. ve daha sonra da kýyamete kadar insanlarýn baþýna gelecek hâdiseleri teker teker nakletmiþti.[26]

Evet, mazinin derinliklerine dalmýþ ve Hz. Âdem'e kadar bütün enbiyâyý hem de þemâili ile anlatmýþ, istikbale nazarýný çevirip mahþere, Cennet ve Cehennem'e kadar her þeyi göz önüne sermiþti. Hâlbuki O ne bir kitap okumuþ, ne birinin ders halkasýna katýlmýþtý. Öyleyse bütün bunlarý nasýl bilebilirdi? Evet, O'na bütün bunlarý öðreten biri vardý; O da, hiç þüphesiz, her þeyi bilen Hz. Allah'tý...

O'nun, Arþ'tan ferþe, oradan yerin derinliklerine kadar anlattýðý bütün meseleleri O'na Mütekellim-i Ezelî'si öðretiyordu. Bunlarýn baþka þekilde öðrenilemeyeceði bugünün insanlarý tarafýndan da tasdik edilmektedir ki, bu da Allah Resûlü'nün sýdkýna ayrý bir delildir.

Evet O, peygamberlerden bahsediyor.. onlarýn tarifini yapýyor; yüz hatlarýyla onlarý tablolaþtýrýyor[27] ve o günün Ehl-i Kitab'ý, bütün bunlarýn hiçbirine itiraz etmeden hepsini kabul edip: "Evet, kitaplarýmýzda, onlarý bahsettiðiniz þekliyle buluyoruz." diyorlardý.[28] Tevrat, Ýncil veya baþka bir kitap okumamýþ bir insanýn, oralarda zikredilen veya edilmeyen keyfiyetleriyle bütün kendinden evvel gelmiþ-geçmiþ peygamberleri hem de böyle tafsilatýyla anlatmasý ve bu iþi bilenlerin de onu tasdik etmeleri, Allah Resûlü'nün sýdkýna ve davasýnda doðruluðuna þahit ve delil deðil midir!?

Bir parantez içinde arz etmeye çalýþtýðýmýz bu hususlarýn takdimi, benim takatimin çok üzerindedir. Esasen hâli hâlime denk okuyucunun durumu da bundan daha farklý olmasa gerek. Bu gibi meseleleri anlayýp anlatabilmek için, insanýn onlarý tasdik edebilecek seviyeyi kazanmasý gerektir. Ancak biz, bu seviyeleri ihraz ettiðine inandýðýmýz þahýslarýn sözlerine itimaden diyoruz ki, mertebe mertebe yükseliþ kaydeden yüz binlerce evliyâ, asfiyâ ve kafasýný ilimle aydýnlatan filozof ve bilgelerin, Efendimiz'e ait beyanlarýný gördükçe, sürekli o mevzuun zirvesinde, O'na ait beyanýn bulunduðunu kabul etmeleri, O'nun sýdk ve doðruluðunun ayrý bir buudunu teþkil etmektedir.

Evet, en seçkin insanlarýn bu tasdikleri de göstermektedir ki, O, hiçbir sözünde hilâf-ý vaki konuþmamýþtýr. Zaten O'nun konuþtuklarý kendinden deðildir ki.. O, hep ilâhî mesajlarla konuþmuþ, vahyin tercümanlýðýný yapmýþ, onun için de bütün zamanlarýn ve mekânlarýn Söz Sultaný olmuþtur.[29]