Kendini Yenileme

Kendini yenileme, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esasıdır. Sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Herşey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, hebâ olup dağılmaya terk edilmiş olur.

Bahar mevsiminde yeryüzü, herşeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir!1 Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez; baharın, o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resmî geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar.

Şu kıpırdanan canlıya bak! Nasıl soluk soluğa ve diriliş yolunda... Yerini sümbüle terk eden şu çürümüş tohuma bak! Nasıl bir yenilenme sancısı içinde... Ya şu, tüy tüy etrafa saçılan tohumcuklar.. Ve böceklerin ayaklarına tutunarak, kendilerine göre döl yataklarına taşınan tozcuklar... Evet, herşey yenileniyor; yenilenmeyenler de bir daha dirilmemek üzere “harâb olup turâb olup” gidiyorlar.

Herşey gibi insanoğlu da kendini yenileme mecburiyetindedir. Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nisbette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler. İlme aydınlık, tekniğe îman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle bir fethe... Aksine, kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar ise esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır.

Kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri herşeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen “âb-ı hayât” la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir.

Gerçek yenilenme, kök ve çekirdekdeki safveti koruyarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Yoksa, yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçda görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır.

Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve rûh plânında bir diriliştir. Mukaddeslerine,tarihine sımsıkı bağlılık içinde bir diriliş... Zaten, başka türlüsüne diriliş denmez ya!..

İlimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, elimizdeki menşûru2 sık sık kalbimize çevirip, yeni baştan kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yoklamak, gönlümüzdeki irfan peteğine hergün başka başka şeyler ilave etmek ve her lâhza birkaç defa, bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara “efor” yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.

Bu yolda, kendini yenilemeye muvaffak olmuş bir fert, toplumun, pörsümez, solmaz bir rüknü ve bu türlü fertlerden meydana gelmiş toplum da, dünya muvâzenesinin mühim bir unsuru olma durumuna yükselmiştir. Ne var ki bütün milleti içine alacak şekilde böyle bir yenilenme de, önceden kendini yenileyebilmiş bir kadronun mevcudiyetine vâbestedir. Gönlü îman ve ümitle par par yanan, dimağı her lâhza yığın yığın sentezlerle ayrı iklimlere doğru kanat çırpıp yükselen, gözünde “aydın günler” in tasavvuru kendini yenilemiş mukaddeslerden mukaddes bir kadroyla... Tabîi, bu kudsîler topluluğunun, düşünce kanaatlerini, sonsuza kadar birer meş’ale gibi taşıyacak ve yaşatacak “hayrü’l-halef” 3 nesillerin bulunması da ayrıca ehemmiyet arzeden bir husus...

Ömer bin Abdülaziz’in yenilenme adına, teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine mâl edemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, rûhda ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve rûhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbîk eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hatta on yedinci asır sonrası, Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle, sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh plânında yeniliyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına, kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak bir ucûbe haline getirdi.

Evet, ne “Nizâm-ı Cedît” 4 düşüncesi ne “yeniçeri kıyım” hâdisesi ne de Gülhanedeki toy karbonarilerin “Hatt-ı Hümayûn”ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya sokdu. Bu arada bir kısım müsbet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî ve tedâfüî5 mahiyette olduğundan beklenen “yenilenme” yi getiremedi. Hatta, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hâl aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdâheleler, tıpkı ihtilaclar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki; hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı.

Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adına va’dettikleri hemen herşey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.

Ah, o tekrâr tekrâr aldatılan yığınlar, bilmem ki gerçek ma’nâda onlara, kendilerini yenilemeyi öğretebilecek miyiz!..

1) Meşher: Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
2) Menşûr: Adese.
3) Hayr-ül halef: Hayırlı vâris. Hayırlı evlâd.
4) Nizâm-ı cedît: Yeni nizâm. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizâmla yetiştirilen bir askerî teşkilât.
5) Tedâfûî: Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.