PEYGAMBER EFENDİMİZDE EMNİYET

Efendimiz, evvela Allah’tan aldığı mesajlara karşı emîndir.. O’nun zerre kadar emanete ihaneti düşünülemez. Sonra bütün mahlûkata karşı emîndir. Herkes O’na itimat eder. Çünkü, evvela, O herkese karşı emniyetini göstermiş, emniyet ve güven telkin etmiştir. Daha sonra da bize, emniyet ve güvenin ne kadar lüzumlu olduğunu anlatmış ve bizi ona inandırmıştı. İsterseniz, şimdi de sırasıyla bu hususlar üzerinde bir duralım:

Risalet vazifesine karşı emniyeti

Allah (cc), Resulü’nü emanete riayet eden bir insan olarak seçmiş ve O da bunun, heyecan ve helecanını bütün hayatı boyunca yaşamıştır. Öyle ki, vahiy geldiğinde, olur da bir kelime kaçırırım diye heyecanlanıyor ve daha Cibrîl bitirmeden O, söylenenleri hıfzetmek için durmadan tekrar ediyordu. Hatta bu mevzuda o kadar çok tehâlük gösteriyordu ki, birgün Kur’ân O’na şöyle diyecekti:

“(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphe etme ki onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Bize aittir. O halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da Bize aittir” (Kıyame, 75/16-19).

Kur’ân, O’na bir emanet olarak tevdi’ edilmişti.. O da bu kudsî emanette emîn olamamaktan korkuyor ve tir tir titriyordu. Onun için de Allah (cc), O’nu teselli ediyor ve Resulü’nü emanette emîn kılacağı teminâtını veriyordu.

Allah Resulü, ömrünü hep aynı heyecanlar içinde geçiriyor, emanette emîn olmaya, herkesten daha çok gayret ediyor ve üzerine aldığı bu ağır yükün sıkletini olanca ağırlığıyla sırtında hissediyordu. Onun içindir ki, ümmetine veda ettiği hac ma’nâsına “Veda Haccı”nda Güneş gurûba yaslanırken O da hayat-ı seniyelerinin gurûba meylettiği şuuruyla, sadık arkadaşlarına, o derin sorumluluğunu bir kere daha solukluyor ve sesini yükseltiyordu: “Yakında beni sizden soracaklar.” Yani o sorudan evvel ben soruyorum, “Vazifemi tebliğ ettim mi?” Orada bulunanların hepsi birden hem de yeri-göğü çınlatırcasına gürlediler: “Evet, Sen vazifeni hakkıyla tebliğ ettin ve onu kusursuz yerine getirdin!” Bu sözler üzerine İki Cihan Serveri, ellerini kaldırıyor ve “Allahım şahit ol!” diyordu.172

Evet, emanette emîn olma, bizzat Cenâb-ı Hakk’ta başlamış, Cibrîl’e uğramış ve Allah Resûlü’nde ârâm eylemiş, daha sonra da ümmete intikal etmişti... Ve Veda Hacc’ında tekrar ümmetten bir şehadetle yeniden Allah’a gidip dayandı.

En mu’teber hadîs kitaplarının naklettiğine göre, Allah Resûlü’nün emanet düşüncesiyle alâkalı olarak Âişe Validemiz (r.anha) şöyle buyurur: “Eğer Allah Resûlü kendisine inen âyetlerden herhangi birini -farz-ı muhâl- gizleyecek olsaydı muhakkak şu âyeti gizlerdi:

(Ahzâb, 33/37);173

Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Allah Resulü, yanında büyüttüğü âzatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile halasının kızı Zeyneb binti Cahş’ı evlendirmişti. Ancak bu evlilik, istenilen şekilde huzurlu gitmiyordu. Zeyneb Validemiz (r.anha), sırf Allah Resulü’nün emrine ittibâ için, bu evliliği kabullenmişti. Evlilik tâ baştan isteksizliğe bina edildiği için de kocasına karşı gerekli olan hürmet ve saygıyı göstermiyordu. Zaten Cenâb-ı Hakk onun Zeyd’den boşanıp Ezvâc-ı Tahirât arasına katılmasını çoktan murad buyurmuştu bile. Ancak, o güne kadar, Araplar arasında cereyan eden bir âdete göre, bir insanın “evladım” dediği biri, onun öz evladı kabul edilirdi. Dolayısıyla da onun hanımı diğerinin gelini durumunda olurdu. Zeyneb, daha önce annesi tarafından Allah Resulü’ne teklif edilmişti; ancak Allah Resulü, bu teklifi kabul etmemişti. Şimdi bu evliliği doğrudan doğruya Allah (cc) emrediyordu. Zeyneb’le evlilik İki Cihan Serveri’ne çok, ama çok ağır gelmişti. Ne var ki, emir yukarıdandı. İşte Âişe Validemiz (r.anha), bu hususa işaretle diyor ki: “Eğer Allah Resulü, kendisine gelen vahiyden herhangi bir âyeti gizleyecek olsaydı, bu izdivacı ihtiva eden âyetleri gizlerdi.” Ancak O, kendisine gelen vahye karşı gayet emindi. Onun için en küçük bir mes’eleyi dahi gizlemesi söz konusu olamazdı. Âyet meâlen şöyle diyordu: “Habibim! Allah’ın nimet verdiği senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork!’ diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulmaya layık olan, Allah’tır” (Ahzâb, 33/37).

Evet, eğer bir âyet ketmetseydi, o âyet işte bu âyet olurdu; fakat O, emanette emindi.. ve bir şey ketmetmesi asla söz konusu olamazdı.

O’nun emanet düşüncesiyle alâkalı diğer bir vak’a: Bedir’de kâfirler esir alınmıştı. Allah Resulü, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le istişare etti. Hz. Ebu Bekir (ra), esirleri fidye karşılığında salıverilmesi re’yini ileri sürdü. Hz. Ömer (ra) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesinden yanaydı. Hatta o, herkesin kendi yakınını öldürmesini istemişti. Allah Resulü (sav), Hz. Ebu Bekr’in re’yine meylederek esirleri fidye karşılığında salıvermişti. Şimdi gerisini hep beraber Hz. Ömer’den dinleyelim:

“Bir yere gidip dönmüştüm. Allah Resulü ve Hz. Ebu Bekr’i ağlar buldum. Evet, ikisi de başlarını yere eğmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Sebebini sordum; fakat her ikisinde de bana cevap verecek derman yoktu. Israr ettim: Ne olur söyleyin, ağlanacak bir şey var ise ben de sizinle beraber ağlayayım, dedim. Nihayet Allah Resulü ağlayarak biraz evvel şu âyetin nazil olduğunu söyledi174. Allah (cc) bu âyette şöyle buyuruyordu:

“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esir bulundurması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedî olan) ahireti istiyor. Allah Azîz’dir, Hâkim’dir” (Enfâl, 8/67).

Eğer, Allah Resûlü’nün, herhangi bir âyeti ketmetmesi düşünülseydi, herhalde ikinci olarak gizlenmesi gereken âyet bu olurdu. Fakat Allah Resûlü, vahye karşı tam bir emniyet insanıydı. Biz, her iki âyeti, ileride Efendimiz’in ismetini anlatırken tekrar ele alacak ve tafsilatıyla, o mevzu ile alâkalı yönünü de arzetmeye çalışacağız.

Bütün Varlığa Karşı Emin Olması

Allah Resûlü, nasıl risalet vazifesinde Rabb’inin gönderdiği mesajlara karşı emindi, öyle de O’nun emniyeti ruhunda öyle kök salmıştı ki, bütün varlığa karşı sürekli emniyet solukluyordu:

İtikafta olduğu bir gün, Safiyye Validemiz (r.anha) kendisini ziyarete gelmişti. Biraz oturduktan sonra da kendi hanesine gitmek üzere müsaade istemişti. Allah Resûlü de hanımını uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmış ve henüz birkaç adım bile yürümemişlerdi ki, o esnada bir-iki sahabe hiç duraklamadan yanlarından uzaklaştılar. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurdu, sonra da Safiyye Validemiz’in yüzünü açarak: “Bakın, bu benim hanımım Safiyye’dir” dedi. Sahâbe beyninden vurulmuş gibiydi. “Maazallah, Yâ Resûlallah! Senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir ki?” dediler. Ancak, Allah Resûlü, her davranışıyla olduğu gibi bu davranışıyla da bir ders vermek istiyordu. Buyurdular ki: “Şeytan, sürekli insanın kan damarlarında dolaşır durur” 175. Şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre onun kafasına çok şey atabilir. Şimdi eğer, binde, hatta milyonda bir ihtimal dahi olsa, insanın aklına; “Acaba Allah Resûlü’nün yanındaki kadın kimdi?” şeklinde bir şüphe ve tereddüt arız olsa, -hafızanallah- o şahsın ebedî hayatını mahvedip îman nurunu söndürür. İşte, bundan dolayı O şefkat abidesi Yüce Nebî, derhal duruma müdahale ediyor, hem kendi emniyetini gösteriyor hem de cemaatının îmanını korumuş oluyordu.

İşte O, emniyet ve güvenilirliğe bu kadar önem veriyordu. Zaten O’nun, daha peygamber olmadan evvel de ismi “Emin” değil miydi?176 Daha sonra kendisinin amansız düşmanı olanlar bile O’nu hep böyle tanımıyorlar mıydı? O, o kadar emin kabul ediliyordu ki; zannediyorum Ebu Cehil’e gidilip, ırz ve namusu dahil, en kıymetli şeylerini kime emanet edebileceği sorulsaydı, herhalde “el-Emîn”e diyecekti. Evet, ilk aklına gelen insan, Muhammedü’l-Emîn -aleyhi ekmeluttehâyâ- olacaktı. Evet öyleydi.. ve Allah Resûlü, bütün hayatını böyle bir emniyet ruhuyla geçirmişti.

O, öyle bir emindi ki, bir kadının çocuğunu çağırırken, “gel, bak sana ne vereceğim”, demesi üzerine, derhal atılıp: “Ne vereceksin?” demişti. Kadın da “birkaç hurma verecektim Ya Resûlallah”, deyince: “Eğer ona hiçbir şey vermeyecek olsaydın, yalan söylemiş olacaktın” buyurmuşlardı.

Zira Allah Resûlü, yalanı nifak alâmeti sayıyor ve ondan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yalan, münafığın üç alâmetinden biriydi. Diğer ikisi ise, verdiği sözde durmama ve emanete ihanet etme günah ve inhiraflarıydı177. Nifak, Allah Resûlü’nden nasıl ve ne kadar uzaksa, emanete ihanet etmek de o derece uzaktı...

Allah Resûlü’nün emniyet ruhu ve emniyet anlayışı sadece insanlara karşı değildi. O’nun emniyet kuşağına bütün bir varlık giriyordu. Bir sahâbinin, atını yanına getirmek için, sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu öyle rahatsız etmişti ki, bu sahâbiyi çağırdı ve azarladı. Evet O, hayvanlara karşı dahi olsa emîn olmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyordu.178

Yine bir defasında harpten dönülüyordu. Sahâbeden bir-ikisi, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Tam o esnada ana kuş geldi. Yavrularını yuvada göremeyince çırpınmaya başladı. Durmadan gelip-gidiyor ve sağa-sola uçup duruyordu. Allah Resûlü, durumdan haberdar olunca derhal yavruların yerine konulmasını, ana kuşa eziyet edilmemesini emretti. Sanki O, yapılan bu hareketin, yeryüzünde emniyetin temsilcileri olma durumundaki insanlara yakışmayacağını ifade buyurdu ... 179

O’ndan akseden nurlarla nurlanmış, o ışıktan halesi ashabı da böyleydi. İşte, onlardan biri olan ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrah!. Hz. Ömer döneminde Şam’da vali bulunuyordu. Heraklius, ordusuyla gelip, Şam’ı tekrar istirdât teşebbüsünde bulunduğu sırada; Ebu Ubeyde’nin yanında az bir insan vardı. Bu itibarla da şehri savunmaları da mümkün değildi. Hemen Şam ahalisini bir araya topladı. Ve şunları söyledi: “Sizden cizye topladık. Bu cizyeye mukabil sizi korumamız gerekiyordu. Ancak şimdi o güçte değiliz. Dolayısıyla sizi koruyamayacağız; aldığımız cizyenin hepsini tekrar size iade edeceğiz. Zira bunu haksız yere yanımızda alıkoymamız caiz değildir..”

Bunun üzerine, toplanan cizyeler sahiplerine dağıtılır. Bu müthiş manzara karşısında şaşkına dönen ruhban ve papazlar, kiliselere dolar ve müslümanları başlarından eksik etmesin diye Cenab-ı Hakk’a duâ duâ yalvarırlar. Müslümanları uğurlarken de “İnşaallah geri gelir ve bizi Heraklius’un zulmünden kurtarırsınız”, derler.180

Ebu Ubeyde, emniyet telkin etmiş, emanet sıfatıyla yaşamış ve hristiyanların dahi gönlüne taht kurmuş bir rabbâniydi. Bugün batı, bizi dinlemiyorsa ve Avrupa’ya gönderdiğimiz insanların mesajlarına kulak asmıyorlarsa, bu tamamen bize ait bir eksiklikten kaynaklanmaktadır. Hiç şüphe yok ki, bizde eksik olan en önemli mes’ele ise üzerinde durduğumuz, emniyet ve güven hususudur. Biz, bu hasleti yeniden yakalayabildiğimiz gün, topyekün insanlık güvenebileceği bir milleti bulmuş olacak. Biz de devletler muvazenesinde yerimizi istirdât adına, en çalımlı adımı atmış sayılacağız.

Osmanlı’nın cihan hakimiyetinde de, aynı emniyet atmosferinin tesirini görmek mümkündür.. harbe giderken geçtikleri bağ ve bahçeden yedikleri meyvelerin parasını, meyveyi kopardıkları dala asan ve öyle giden bu emniyet temsilcisi asîl ve necîp insanlar, ülkeleri kılıçla fethetmeden evvel, gösterdikleri bu emniyet ruhu ve civanmertlikle gönülleri fethetmişlerdi. Yoksa, ne o korkunç haçlı zihniyeti karşısında Avrupa’ya girebilirlerdi; ne de orada mevcudiyetlerini devam ettirebilirlerdi. Şam’da yaşayan Ebu Ubeyde misâli, tam dört asır bütün Balkanlarda ve Avrupa içlerinde yaşamıştı. Bundan dolayı da, o şanlı i’tila döneminde çok az zayiatla tâ Viyana kapılarına gidilmiş.. ve asırlar boyu da gidilen yerlerde emniyet ve huzurun temsilciliği yapılmıştı. Zannediyorum, cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde emniyetin tesisi için dökülen kan, beş asır, hem de yabancı uyruklar arasında asâyiş temini adına dökülmemişti... Evet, yapılan araştırmalar ve istatistikler, altı yüz senelik Osmanlı dönemindeki, bütün müsademelerde ölenlerin sayısının, son yarım asırda ölenlerin sayısından daha az olduğunu göstermektedir. Öyleyse, Osmanlı fetihlerinin sırf kaba kuvvete dayandığını iddia etmek kat’iyen doğru değildir. Diğer taraftan, o günkü nakil vasıtaları nazara alınacak olursa, o kadar geniş toprağa dağılmış bir devleti idare etmenin, sadece devlet otoritesiyle ve askerî güçle mümkün olamayacağı bedîhîdir.

Evet, onların kalp ve gönülleri fethetmelerindendir ki, çeşitli ırka mensup insanları, aynı devletin çatısı altında hem de uzun bir süre ve ciddî hiçbir problem çıkarmadan idare edebilmişlerdir. Devrimizin muhabbet fedailerine düşen de, yine aynı usul ve aynı metod olsa gerek...

Ümmetini Emniyete Daveti

Nebîler Sultanı, Allah’tan gelen mesajları emniyet içinde muhafaza ediyor ve bu emniyet atmosferini de, bütün varlığı içine alacak kadar geniş tutuyordu. Ümmetini de aynı ahlâkla ahlâklanmaya çağırıyor ve onlara, bütün insanlar arasında emîn olarak yaşamalarını tavsiye ediyordu. O’nun yanında hıyanetin en küçüğü düşünülemez ve tek bir mü’minin dahi gıybeti yapılamazdı. O, hemen karşısındakini ikaz eder ve ruhuna gıybet gubârının konmasına asla müsaade etmezdi.

“Falan kadının boynu ne kadar uzun” diyen Hz. Âişe Validemiz (r.anha)’e: “Onun gıybetini yaptın ve etini dişledin” demesi181; Mâiz’in arkasından konuşan bir başka sahâbiye de aynı şekilde karşılık vermesi182; hep O’nun emîn olmasından ve emniyet hâlesi bir atmosferin, ruhlarda hasıl edeceği itmi’nânı bilmesinden kaynaklanıyordu.

Kendisi daima şu duâyı okur ve ümmetine de tavsiye ederdi:

“Allah’ım açlıktan Sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de Sana sığınırım; o ne kötü sırdaştır.” 183

Emanete riayet etmek önemli olduğu kadar, hıyanete girmemek de, o derece önemlidir ve zaten bunlar, birbirinin lazımı hasletlerdir.

Ahde vefa göstermeyen ve böylece hıyanette bulunan insanlar hakkında söylenen şu ürpertici ifade de, yine Allah Resûlü’ne aittir

“Allah, kıyamet gününde, evvel-âhir bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek; ve: ‘İşte falan oğlu falanın vefasızlığı budur’ denilecektir.” 184

Allah Resûlü’nün bütün fenalıklara karşı kapanmış, mühürlenmiş bir ruhu vardı. İyiliğin en küçüğüne hatta teferruat kabul edilenine de alabildiğine sînesini açar ve hep iyilik duygusuyla oturur-kalkardı. O, hayatını hep güven atmosferinde geçirdi. İnsanlık da, O’na güvendi, itimat etti. Halbuki O’na sırt çevirenler, aldandı ve yollarda kaldılar. Ancak O, her zaman bir koruyucu melek gibi ümmetinin üzerine titredi. Kim, ne zaman ve hangi şartlarda O’nun kapısını çaldıysa O’ndan Lebbeyk sesini duydu.

O, nasıl güvenilir bir insandı, kendisi de Allah’a öyle güveniyor ve itimat ediyordu. O’nun, Allah’a güvenip itimat etmesi, emanet sıfatının, nebîden Allah’a urûcu ve yükselmesi demektir. Emanet Allah’tan nüzûlü ile peygamberde emniyet ve itmi’nân halinde zuhûr eder. Bu iki kavsiyenin ucu birleştiğinde de umûmî emniyet ve itimat hasıl olur.

Her peygamber Allah’a itimatla serfiraz kılınmıştır. Bu, onların ayrılmaz hususiyetlerinden ve yüce sıfatlarından biridir. Kur’ân, bize bunu şu âyetleriyle çok net şekilde anlatır:

“Onlara Nûh’un haberini oku. Hani O, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp, güvenirim. Siz de ortaklarınızla toplanıp yapacağınızı kararlaştırınız, sonra içinizde ukde, dert olmasın, bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin” (Yunus, 10/71).

Hz. Nuh (as), Rabb’ine güveniyor, itimat ediyor ve karşısına aldığı bütün bir küfür cemaatına: “Eğer içinizde bulunuşum, duruşum, mevkîim ve emri tebliğ edişim size ağır geliyorsa, hazmedemiyorsanız dilediğinizi yapınız.. ben bulunduğum durum itibariyle Allah (cc)’a güvenip dayandım; işte siz, işte ben. Sizler yığınla insan, ben ise tek başımayım. Fakat bilin ki, Allah (cc), beni size karşı zayi etmeyecektir. Siz şimdi, bir araya gelin, kafa kafaya verin, meşveretler yapın ve benim aleyhime çeşitli plânlar kurun; bunu yaparken de bütün şeriklerinizi, ortaklarınızı ve yardımınıza koşacak herkesi bir araya toplayın. Toplayın ki, sonra içinizde bir ukde kalmasın; ‘keşke şunu da yapsaydık’ demeyin ve yapmanız mümkün olan her şeyi yapın, düşündüklerinizin hepsini tatbik edin! Şimdi ben, sizden gelebilecek her şeyi bekliyorum, gelsin!” diyor ve onlara meydan okuyordu. Hz. Nuh (as), bunları söylerken, Allah’a fevkalâde bir güven ve itimat içinde söylüyordu. O, kat’iyen biliyordu ki, Rabb’i, O’nu koruyup, muhafaza edecektir. Sefinesine kaç insan bindi, bilemiyoruz; fakat biliyoruz ki -Hz. İbrahim (as) dahil- nice peygamberler, hep O’nun soyundan gelmiştir.

Çünkü Kur’ân, Hz. İbrahim’i O’nun milletinden sayıyor ve şöyle diyordu: “Şüphesiz İbrahim de Nûh’-un milletindendi” (Sâffat, 37/83).

“Ben sırf Allah’a şahâdet ederim.. ve şahid olun ki, ben sizin şirk koşageldiğiniz şeylerden berîyim.. O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin, (elinizden geleni yapın). Ben, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz olan Allah’a dayandım. Çünkü, yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu, O’nun elindedir). Şüphesiz Rabb’-im, doğru bir yol üzerindedir” (Hûd, 11/54-56).

Hz. İbrahim (as)’in durumu, teslimiyeti ve tevekkülü ise şu şekilde dile getirilir:

“İbrahim’de ve Onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi söylemeye gücüm yetmez’ demesi hariç. Rabb’imiz, Sana dayandık, Sana yöneldik ve dönüş ancak Sanadır dediler” (Mümtehine, 60/4).

Evet, İbrahim ve yanında bulunanlar da, küfre karşı baş kaldırıyor ve kâfirlere meydan okuyorlardı. “Biz” diyorlardı; “sizin Allah’tan başka taptığınız her şeyden, fersah fersah uzağız. Biz, sizi ve bütün tağutlarınızı inkâr ettik. Aramızdaki düşmanlık ise geliştikçe gelişti.” Zaten bu düşmanlık, Hz. Adem’den günümüze kadar devam edegelmiştir. Îman ve küfür, ilk gününden beri birbirinin düşmanıdır. Aynı yer ve mekânı paylaşmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, elbette küfür, îmana çelme atmak isteyecek ve ondan rahatsız olacaktır. “Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan”, gözleri ışığa alışmadığından dolayı onlar, yarasalar gibi îman ve nübüvvet ışığından rahatsızlık duyacaklardır. Evet, siz de, bizim gibi Allah’a îman ve itimat etmedikçe aramızdaki düşmanlık hiçbir zaman kesilmeyecektir.

Çünkü küfrün mahiyetinde sapıklık ve bürûdet vardır. Kâfir, bütün eşyaya düşman nazarıyla bakar. Mü’minin ruhunda ise, mürüvvet ve insanlık vardır. O, bütün kâinata bir kardeşlik beşiği olarak bakar. Herkesle bir birleşme çizgisi ve herkesle bir diyalog yolu araştırır. Mü’min böyle olurken, kâfir herkesle dalaşmaktan zevk alır. Halbuki, herkes Allah’a îman edip O’na yürekten inandığı zaman, umûmî bir sulh ve sükûn hasıl olacaktır. Bu sulhu, kâfirden ve küfürden beklemek ise tamamen gaflet ve safderûnluk olur. Çünkü küfrün, milletleri birbirleriyle boğuşturmakdan başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur.

Bu itibarla kâfirle mü’min arasında hakiki ma’nâda diyalog olamaz. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in babasına söylediklerini bir istisna olarak zikretmektedir. Hz. İbrahim’in söylediği ise, sadece bir temenniydi ve Onun aşırı re’fet ve şefkatinden kaynaklanıyordu. Ancak, O da, Allah katında babasına karşı elinden birşey gelmeyeceğini açıkça ifade ediyordu. Ve sonra Hz. İbrahim: “Sana dayandık, Sana yöneldik” diyerek, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güven, itimat ve tevekkülünü dile getiriyordu. Zaten bütün peygamberlerin hayatı tetkîk ve tahkîk edilse, onlarda Allah’a tevekkül ve itimadın çok ağır bastığı müşahede edilecektir. Onların tevekkülleri sıradan insanların, tevekkül ve itimatları gibi değildir. Hele bu tevekkül, Peygamberler Sultanının tevekkülü ise. Evet, İki Cihan Serverinin tevekkül ve itimadı bütün peygamberlerin itimat ve tevekkülünden daha çaplı ve daha derince idi...

Allah (cc), O’na bir kere “Hasbiyallah” demesini öğretmişti. Allah Resûlü de bütün hayatını O’na itimat, tevekkül ve emniyet içinde geçirmişti. Düşünmeli ki, Hz. Ali (ra) gibi haydar-ı kerrâr, kahraman ve şecaatlı bir insan, şöyle demektedir: “Biz harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman, derhal Allah Resûlü’nün arkasına sığınır, itmi’nân ve emniyete kavuşurduk.”185