HZ. ÖMER ŞEHADET İSTİYOR

Aklı başında her insan, bu ciddî ve candan mücadele ve mücahedenin neticesinde tâcına sorguç takma ma’nâsında şehadeti temenni etmiş durmuştur. Hz. Ömer Efendimiz de onlardandır. Hz. Ebû Bekir’den sonra Mescid-i Nebevî’de tam on sene her Cuma minbere çıktı ve Rasûl-ü Ekrem (sav)’ın ruhaniyetinin müşahadesi altında hutbe okudu. “Efendimizin ruhaniyetinin müşahadesi altında” diyorum, zira Hz. Ömer’e göre Rasul-ü Ekrem vefat etmemiştir. O, sadece hücre değiştirmiş, Hz. Aişe'nin hücresinden, saadet hücresi olan yerin altındaki hücresine çekilmiştir. Ve arkada bıraktıklarını âlem-i berzahtan, âlem-i misalden seyretmektedir.

Bir gün Ömer (ra), hutbesinde Adn Cennetinden bahseder. Onun genişliğini, kapılarını anlatır ve ardından da oraya ilk gireceklerin Nebîler olduğunu söyler. Ardından Allah Rasûlü’nün kabrine doğru tatlı bir reverans yapıp eğilir ve “Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi” der. Sonra sözlerine devamla, nebîlerden sonra Adn Cennetine gireceklerin özü sözü doğru “sıddıkları” olacağını ifade eder ve yine tatlı bir reveransla Hz. Ebu Bekir’in kabrine dönüp, O’na da “Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi”der. Sonra da Adn Cennetine şehidlerin gireceğini söyler. (Allah Rasûlü, Uhud Dağı lerzeye geldiğinde O’nun şehid olacağını müjdelemişti) Ömer (ra), belki de o müjdeli günü hatırlar, susar ve sözlerine biraz ara verir... Herkes, merakla Hz. Ömer’in dudaklarıdan dökülecek sözü beklemekdedir. O ise, kendi kendine şöyle mırıldanır: “Nerede şehâdet, nerede sen? O sana nasip olur mu hiç?” der. Biraz daha durur ve konuşmasına şöyle devam eder: “Seni müslümanlığa hidayet eden, seni hicretle serfiraz kılan, seni Peygambere’’ dost yapan, sana Medine’de yaşama imkânı veren Allah, inşâallah sana şehadeti de nasip eder.” Hz. Ömer’in (ra) en büyük ideali budur. O ki, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu” sözüyle serfirazdır. O ki, Allah Rasûlü’nün massettiği ledünnî ilmi ikinci derecede masseden insandır. O ki, ümmetin önünde bir kâmet-i bâlâdır. Bununla beraber O, mücadele ve mücahede dolu hayatını bir tâç halinde başına korken, şehadeti de sorguç olarak bu taca yerleştirme arzusundadır.

Bu hutbesiyle, mescidde namaz kıldırırken bağrından yediği hançerle yere serilmesi arasında ne kadar bir süre geçti bilemiyoruz. Tarih, bu mevzûda bize kat’i bir şey söylemiyor ama, muhtemelen o hutbeyi irad ettiği zaman Hz. Ömer son günlerini yaşıyordu. Ölüm temennî ve arzusu içindeydi. Artık Rasûl-ü Ekrem ve Ebû Bekr’in firakına tahammül edemez hale gelmişti. Onun için, nice defalar ellerini kaldırıp, büyük bir iştiyakla, “Allahım, Sen’den Sen’in yolunda şehâdet ve peygamberinin köyünde ölmek istiyorum” diye yaptığı dua, ağlaya ağlaya kılıp hıçkırıklarıyla arkadakileri de ağlattığı namazlarının birinde kabul oluyor ve bağrından yediği hançerle Hz. Ömer, şehidlik mertebesine ulaşıyordu.

Aslında biz, öbür aleme iştiyakla Allah için dökeceğimiz iki damla göz yaşı ve iki damla kanın O’nun yanında nasıl hora geçtiğini bilsek, güvercinler gibi kanat çırpar, o hal ve o havayı yakalamayı bin şevk ile isteyip, arzu ederdik. Ancak bu, belli bir iman ve iz’ana bağlıdır. Mevzû ile alakalı olarak Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Allah katında şu iki damladan daha sevimli bir şey yoktur: Allah’a iman ve iz’anın ifadesi olarak dökülen göz yaşı damlasıyla Allah yolunda harbederken dökülen kan damlası.” Allah, bu iki damlayı o kadar çok sever. Bu sebeple, Allah katında sevimli olan şeylere gönül bağlayan ve kendini böyle şeylere kaptıran insan, kat’iyyen bu dünya hayatının sûrî zevk ve sefalarına temenna etmez, dünya karşısında bel kırıp boyun bükmez ve bütün dikkat ve hassasiyetiyle öbür aleme müteveccih olur. Ne var ki, bütün bunlar bir irfan işidir. İnsanın irfana ermesi ise, en çetin ve zor mes'elelerdendir. Bizim anladığımız mâ’nâda irfan insanın içinde yanan öyle bir iman şem’asıdır ki, insan onun aydınlığında dünyayı gördüğü gibi ukbayı da görür. Dünyaya ait şeyleri mütalâa ve müşahede ettiği gibi, ukbaya ait şeyleri de mütalâa ve müşahede eder. O zaman insanın içinde ahirete karşı apayrı bir iştiyak uyanacak ve aklı başında olan hiç kimse, Allah yolunda mücahedeye ve bu uğurda elde edeceği şehadete hiç bir şeyi tercih etmeyecektir. Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri gören bir kimse nasıl olur da, fânî ve fena dünya hayatına meyleder?

Tehadet, ebediyeti yakalama garantisidir. Amr b. Cemuh ve Sa’d b. Hayseme de bu garantiyi yakalayanlardandır. Her ikisi de, oldukça yaşlıdır. Yataktan kalkacak, yolda değneksiz yürüyecek halleri yoktur. Ama cihad söz konusu olunca her ikisi de, yaralı arslanlar gibi yerlerinden doğrulmuş ve cihada hazırlanmaya koyulmuştur. Her ikisi de kendilerini cihaddan alıkoymak için,“Babacığım, sen hastasın, yolda dahi zor yürüyorsun. Bu iş, senin işin değil. Sen evde otur. Bize müsaade et, biz çıkalım” diyen evlât ve torunlarına. “Başka bir şey olsaydı, sizi nefsime tercih ederdim. Ama bu, bir şehidlik mes’elesidir; Rabb’e kavuşma ve ebedî cenneti kazanma da’vasıdır. Bu mevzûda kimse kimseyi tercih edemez.” cevabını verirler. İki ayrı evde, iki ayrı muhataba karşı aynı ifadelerle yapılan bir tartışmadır bu. İki grup da birbirinden habersizdir. Ve yine iki grup da, hakem olsun diye Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir ve yaşlılar, gençlerden şikâyetde bulunurlar: “Ya Rasûlallah evlatlarım, torunlarım beni bırakmıyor ki şehid olayım, Senin uğrunda ruhumu seve seve feda edeyim.” Allah Rasûlü, onları teskine çalışır ama, mümkün değildir. Gözünü cennetler alemine dikmiş, bir an evvel oraya gitmek için kanat çırpıp duran bu iki yaşlı adam öyle ısrarla taleplerini tekrar ederler ki, İki Cihan Serveri, her ikisine de “Olur” demekten başka çare bulamaz. Neticede, bu iki yaşlı adam, cihada iştirak eder ve biraz sonra yüce Nebi, gözlerini yüce alemlere dikmiş, şöyle buyurur: “Amr b. Cemuh’u eğri ayakları düzelmiş Cennet’e koşarken görüyorum.” Şehidler araştırılırken, her iki yaşlı adamı da sırt sırta yerde yatıyor buldular. Sa’d b. Hayseme de, Amr b. Cemuh da Allah yolunda şehid olmuştu. Buna Allah şahiddi, Rasûlullah da şahiddi, melekler de şahiddi... Şahiddiler ki, Amr b. Cemuh ve Sa’d b. Hayseme Cennet’i garanti etmitlerdi.

İnsan, daha dünyada iken de aynı arzu ve istek dolu olan bir hayat yaşayabilir. Ölüm ve şehadet, onun için gayelerin en ulvîsi olur. Ancak bu, yukarıda da dediğimiz gibi, irfana, veraların verasını bilmeye bağlıdır. Zira buradaki ağlamalar, orada gülmek; buradaki ızdrıraplar, orada lezzetler içinde yüzmek; buradaki mahrumiyet ve sıkıntılar, orada her türlü mahrumiyet ve sıkıntıya veda etmektir. İnsan bunu vicdanına böyle duyurmalı, bu hakikatları kendisine böyle telkin etmelidir... Bunun için de mazimizi tetkik ve araştırmada çok fayda vardır. Büyük İslâm da’vasını ilk başlatanlardan bize kadar bu şuur böyle devam edegelmiştir. Onlarda canı feda etmek, âdeta bir tutku, bir arzu gibiydi. Halbuki onlar da insandı ve yaşamayı seviyorlardı. Öyleyse, onları bu yola sevkeden bir başka hakikat olmalıydı. İşte bu hakikat, ancak onların irfana ulaşmış olmalarıyla izah edilebilir. Kur’ân, bize bu irfan aşısını yapar. Allah yolunda öldürülenlerin esasen ölü kabul edilmemesi gerektiğini ilan eder. Onlar, Allah katında bizim anlayamayacağımız bir hayatla “hayy”dırlar. Bunu ise, ancak o hayata erenler anlarlar.

Cabir’in babası Abdullah, Uhud’da şehid olmuştu. Cabir, Allah Rasulü’nün huzuran gelerek, “Yâ Rasûlallah, babam vefat etti ve bana bir sürü yetim bırakıp öyle gitti. Onların bakımları da benim üzerime kaldı.. Halbuki onlara bakacak sermayeye de sahip değilim.” dedi.

Efendimiz, Cabir’i teselli için evine teşrif buyurdular. O esnada, Abdullah’ın kızı veya kızkardeşi, Efendimizin de duyacağı bir sesle odasında ağlayıp inliyordu. Allah Rasûlü, hem onlara hem de bütün müslümanlara müjde olacak şu sözleriyle Cabir ve ailesini teselli etti: “Allah, şimdiye kadar hiç kimse ile perdesiz görüşmedi. Sadece Abdullah’ı karşısına aldı ve ona halini sordu. O da Cenâb-ı Hakk’a şu mukabelede bulundu: “Yâ Rabbi! Beni dünyaya tekrar gönder. Gönder de, Senin uğrunda bir kere daha öleyim ve böyle bir ölümün ne kadar zevkli olduğunu dünyadakilere haber vereyim.”

Cenab-ı Hakk ise ona şöyled dedi: “Ölenlerin geri döndürülmeyeceğine dair va’dim var. Ama, senin bu iştiyak ve arzunu onlara haber vereceğim..” Daha sonra, “Şehidlerin ölü sayılmayacağını” ifade eden âyet nazil olur ve Abdullah ve emsâllerinin durumu bize haber verilir: “Şehidler ölmemiştir ve asla da ölmeyecektir..”

Bi’r-i Maûne şehidlerinin destanını bilmem ki bilmeyen var mıdır? Allah Rasûlü, 70 kadar kurrâ hafızı, irşad ekibi olarak Amir b. Tufeyl’in kabilesine göndermişti. Aralarında Hz. Enes’in dayısı ve Ümm-ü Süleym’in erkek kardeşi olan Haram b. Milhan da vardı. Haram, Allah Rasûlünü delice sevenlerden biriydi. Kabileye yaklaştıklarında arkadaşlarına hitaben, “Önce ben gideyim, siz burada saklanın Eğer beni dinler ve sözlerime kulak verirlerse, siz de gelirsiniz. Yok, eğer bana birşey yaparlarsa, siz kaçar kurtulursunuz” dedi. Onlar da teklifini kabul ettiler.

Haram b. Milhan, Amir b. Tufeyl’in kabilesine vardı. Önce onu dinliyor gibi yaptılar; fakat hak ve hakikatları anlatmaya başlayınca da, ansızın bir mızrakla vücudunu delik deşik ettiler. Haram b. Milhan, kanlar içinde yere serilirken adeta gözünden perde sıyrılmış ve öteleri müşahadeye başlamıştı. Herkese ahirette nasip olacak “Biz, sen(in gözün)den perdeni açtık; bugün artık gözün keskindir.” Kaf, 50/22) mazhariyeti, ona o anda nasip olmuştu. “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum.” dedi. Bakışları, Cennet manzaralarına dalıp gitmişti. Kâfirler, onu öldürmekle de kalmadılar. Beraberinde gelen ne kadar sahabî varsa hepsini kılıçtan geçirdiler. Allah Rasûlü, o esnada mescidde ashabıyla beraber oturuyordu. Birden hıçkırıklar içinde hadiseyi yanında bulunanlara haber verdi ve şöyle buyurdu:

“Sizin kardeşleriniz (Maûne suyu başında) şehid edildiler. Şöyle dedi onlar: ‘Rabbim, peygamberine bizim haberimizi ulaştır... Ulaştır Sana mülâki olduğumuzu. Senin bizden razı olduğunu, bizim de Senden razı olduğumuzu peygamberine haber ver” Bazıları, bu ifadeler mensuh âyetlerdendir der. Rasûl-ü Ekrem, hadiseden sonra her gün namazda kunut okur ve bu katliamı yapanlara beddua eder. Allah (cc), bir süre bu bedduaya müsaade buyurur sonra da “Habib-i zîşanım, bu iş seni çok alâkadar etmez.” der. Yani bu iş, Allah’a aittir. O, şehid olana şehadet şerbetini içirecek ve onu aziz edecektir. Kâfiri de ebedî cehennem ile cezalandırmak suretiyle zelil edecektir. Cenâb-ı Hakk, imhal eder de ihmal etmez. Kendine gelsin, aklını başına alsın diye mehil verir fakat bir kere de yakaladı mı, iflahlarını keser. Allah yeryüzünde nice cebbarların iflahını kesmiş, nice zalimlere hadlerini bildirmiştir. Nice firavunların saraylarını altüst etmiş, nicelerini suya batırmış, nicelerinin başına gökten taş yağdırmış ve nicelerini de -Pompei’de olduğu gibi- ateşler altında bırakmış ve gelecektekilere ibret olsun diye menhus cesetlerini korumaya almıştır. Yani, Allah mühlet vermiştir ama, hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Allah Halim’dir fakat, azabı da çok elimdir. Maûne suyu başında müslüman kanı dökenler, -bilâhere İslâm'a girenler müstesna olmak kaydıyla- hep cehenneme gitmiştir. Halbuki orada şehid olanlar, cennet’i kendilerine ebedî mesken edinmişlerdir. İzzet ve şeref bu da değilse, ya nedir!.. Şehidlik, mü’minin aziz olmasının alâmetidir. Şehid, ahirette aziz bir misafir gibi izzet ve ikram görecektir. Hz. Cafer’in gördüğü izzet ve ikram bunun en çarpıcı misalidir.

Cafer b. Ebû Talib, Mute’de düşmana karşı kahramanca savaştı. Öyle ki, onu takip edenler, bir defa için olsun başını geriye çevirmediğini söylerler. Bir ara üzerine bindiği at, savaşmasına mani olur. Hemen atından iner, bir kılıç darbesiyle atının ayaklarını keser ve yalın kılıç düşman saflarına dalar. Her iki kolunu da kaybederek şehid olur. Efendimiz, Cafer’in evinde oğlu Abdullah’ı teskin ederken şöyle buyururlar: “Abdullah! Ben babanı gökte meleklerle beraber uçarken gördüm.”

Cafer, meleklere has bir keyfiyetle semada tayeran etme nimetine ermiştir. Çünkü Cafer (ra), şehadetle adeta beşeriyetten sıyrılıp melekleşmiştir.

Ebû Akil, destan bir adamdır. Bedir’de bulunmuş, ardından Rasûl-ü Ekrem’in iştirak ettiği bütün gazalara katılmış, fakat hiçbirinde de aradığını yakalayamamıştı. Şehâdeti arıyordu O. Aradığını Yemâme’de, yalancı peygambere karşı verilen kavgada elde edecekti. Yemâme, onun son günü oldu... Ancak bu son gün, sonsuza açılması bakımından sonsuz gün denmeye lâyık bir gündü. Ebû Akil, o gün kanıyla öyle bir destan yazmıştı ki, hiç bir şairin böyle bir destan yazması mümkün değildi.... Hâdiseyi bize İbn-i Ömer anlatıyor:

“Ebû Akil getirildi. Kolundan ciddi yara almıştı. Durmadan kan kaybediyordu. Onu bir çadıra alıp yatırdık. Son anlarını yaşıyordu. Bakışları meçhul bir ufka dalıp gitmişti. Ben başında bekliyordum. Birkaç dakika sonra ruhunu teslim edeceği muhakkak gibiydi... Tam o esnada İslâm saflarında bazı çözülmeler oldu. Dışardan Ma’n b. Adiy’nin sesi geliyordu. Ma’n, gür sesiyle “ Ey Ensar topluluğu, Huneyn’de olduğu gibi bir kere daha kendinizi gösterin” diyordu. Ebu Akil, bu sesi duymuştu. Birden yataktan fırladı. Kendisine mani olmaya çalıştım. Yaralı olduğunu, bu vaziyette savaşmasının imkânsızlığını anlattım. Ama o, beni dinlemedi. “Ensar çağrılıyor, ben de Ensardanım” dedi. Çadırdan çıktığı gibi düşman saflarına daldı. Arkasından takip ettim. Bir aralık, koşmasına mani oluyor diye eğildi ve ayağıyla basarak yaralı kolunu koparıp attı. Ve tekrar düşman saflarına daldı.

“Harp bitmişti. Ebû Akîl’i aradım, aradım ve bir kenarda tanınmaz vaziyette buldum. O kadar darbe yemişti ki, kendisini tanımaya imkân yoktu. Bakışları tamamen bulanmıştı. Ama nazarında Cennet’in sonsuz ufukları cilveleniyordu. Yanına sokulup, “Nasılsın?” dedim. Konuşacak tek kelimelik dermanı vardı. Belli ki, onu en mühim mes’eleye saklıyordu. “Kim galip, kim mağlup?” diye sordu. Evet, onun en mühim mes’elesi buydu. “Müjdeler olsun, Allah’ın düşmanı öldürüldü dedim. Yüzünde bir tebessüm belirdi, artık rahat ölebilirim, der gibiydi.... Parmağını havaya kaldırdı. Kıpırdamaya gücü kalmamış diliyle Cenab-ı Hakk’a hamdediyordu...”

Geldim ve olup biteni babam Ömer’e (ra) naklettim. Ayaklarının bağı çözülmüş gibi oturup ağladı... “Oğlum”, dedi, “hayatı boyunca aradığı o idi. Bedir’de aradı, bulamadı; Uhud’da aradı, bulamadı; derken, Yemâme’de Mevlâ lûtfetti.”

Şehid deyince, şehidlerin efendisi ve Allah’ın Arslan’ı Hz. Hamza’yı hatırlamamak mümkün değildir.

Hamza, Uhud gibi sarp bir yokuşa çarpınca, orada kendisine yakışır bir şekilde şehid oldu. Hiç bir şehide, hiçbir gaziye o kadar yiğitlik nasib olmamıştır.

Tarihçilerin bize verdiği bilgiye göre, o gün tam otuz üç kişiyi öldürmüş, sonra şehid olmuştu. Düşünün, ölen müşriklerin yarıya yakınını o haklıyor, sonra da vücudu paramparça hale getiriliyordu. Kızkardeşi Safiyye, onun mübarek naşının üzerine abanıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor; kimbilir belki bir taraftan da vücudundan kopan parçalarını toplamaya çalışıyordu. Bir yanda Hz. Hamza’nın hali öte yanda Allah Rasûlü’nün halası, Zübeyr’in anası Safiyye’nin hali, İki Cihan Serverine çok dokunuyor ve onu rikkate getiriyordu. Müslümanlardan yaralanmayan kalmamıştı. Altmış dokuz kadar da şehid verilmişdi. Medine’ye dönüşte herkes kendi yakını için gözyaşı döküyordu. Ölenler için ağlanıyor, yaralananlar için ağlanıyor ve yaralanıp da evinde ölenler için feryadlar yükseliyordu. O hengâmede unutulan birisi vardı ki, O’na göz yaşı döken yoktu. Şehidlerin efendisiydi ama, onun için kimse ağlamıyordu. İşte bu manzara, Allah Rasûlünü tekrar rikkate getirdi. Dudaklarından dökülen sözler, adeta kırık bir kalbin iniltileri gibiydi: “Fakat Hamza’nın ağlayanı yok” buyurdu. Sa’d b. Ubade bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Koşarak Ensar kadınlarını bir araya topladı. Hepsini Hamza’nın kapısının önüne ***ürdü: “Evvelâ Hamza'ya ağlayın, sonra da kendi ölülerinize” dedi. Bilâhare bu bir adet haline geldi. Gerçi bu adet, günümüze kadar devam etmeyip belli bir devreden sonra kesildi. Ne var ki, kıyamete kadar bütün müslümanlar, kendi cenazelerinden evvel Hamza’ya ağlasalardı, o bile Allah’ın arslanına az gelirdi...

Terefli bir ölüm... Hakiki mü’min, izzetle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih eder... Başımıza musallat olacak zalimlerin korkusuyla evlerimizde emniyetsiz ve huzursuz yaşamaktansa, izzetle ölmek bin defa daha yeğdir ve iyidir. Ama bu, izzeti, onuru olan, Rabbin irfan deryasına dalan insanlar için böyledir. Yaşadığı hayatı mezar taşları gibi yaşayanlar, bundan birşey anlamayacaktır.

Aslında günahlarımızın daha başka şekilde temizlenmesi çok zordur. İnsan hayata bir defa gelir ve hayat ötesi bütün saadetleri burada kazanır. Halbuki ömrümüz, günahlarla geçiyor. Çarşıda pazarda gezen delikanlı, kaç defa kadına bakıyor, kaç defa kalbine tuzak hazırlıyor, günde kaç defa ölüyor, kaç defa çirkefin içine girip çıkıyor, kaç defa çamura batıyor, kaç defa midesine haram indiriyor , kaç defa haram karşısında rükû ve secdeye gidiyor, kaç defa Rabbine karşı isyan bayrağını çekiyor, kaç defa Rasûl-ü Ekrem’e saygıda kusur ediyor, kaç defa Kur’ân’ı tanımamakla küfre dalıp çıkıyor... Böylesine günahla dolmuş cesetlerin temizlenmesi için tek garantili yol vardır: Şehadet!.. Bu duygu ve düşünce içinde bulunma, fırsat doğduğu zaman fevt etmeme, o muallâ mevkii kazanmak üzere Ebu Akil havası içinde çırpınma ve onu kazanmağa çalışma... Büyük İslâm davasını omuzlayan herkesin en büyük ideal ve gayesi budur ve bu olmalıdır. Şehâdet, bizim arzumuzdur, aşkımızdır, tutkumuzdur...